15 Aralık 2010 Çarşamba

1865 SOKAK

Fırat TUNA
Babamın, ” Bak oğlum pervane orada” diye o körfezin en ağır giden Sur vapurunun altına iskeleden beni sarkıttığı an, denizden ömür boyu elimi eteğimi çekmem gereken andı aslında. O zamanki çocukların fobi geliştirmek gibi bir lüksü olmadığından, denizden hiç korkamadım. Hatta ileriki yaşlarda Ahmetbeyli’ deki (Claros) yazlık komşularımız anneme “Senem hanım, senin bu oğlanın parmak aralarında perde çıkacak” demiştir. Elimde eski- püskü bir zıpkınla saatlerce suda kalır tepeden tırnağa buruşurdum. Titreyerek eve gelirken misinaya dizdiğim balıkları annem terasta çamaşır asarken uzaktan görür, ellerinin tersini yukarı doğru kaldırarak, semaforcu gibi, “getirme” derdi. Ben de doğru Manisalılara bırakırdım ganimeti. Asla hayır demezlerdi. Sadece varsa ahtapotu alırdım. Onu da anneme bırakmadan döver, köpürtür, kaynatır, una bular, kızartırdım. Babam Karşıyaka Yeşilay Şube Başkanı olduğundan rakı hayatımızda yoktu. Bol limonla yerdik.
İlkokul dördüncü sınıfa kadar Alaybey 1865 sokakta, yani Bombacı Ali Çavuş’un sokağının demiryolu tarafında İki katlı eski bir evin merdivenden kapakla açılarak girilen üst katında otururduk. Ali çavuş, her 9 Eylülde davul zurna tutar, Kuvay-ı Milliye üniformasını giyer, madalyasını takar, pala bıyıklarıyla dolaşırdı. Biz çocuklar da evinin önüne gider seyrederdik. Biraz ileride yanarak intihar eden bir kadının evi vardı. Gece önünden geçemezdik. Köşede de Gülpembe’lerin evi vardı. Hatırladığım, evden kaçıp şarkıcı olan kız modeliydi. Birgün İmpala taksiyle gelmiş, mahalleli kapılara pencerelere çıkmıştı. Az ileride Kireççi Ali, sonra istasyon ve tapınağım; muhallebi dükkanı. O naylon kabın dibini kaşıkla kazırdık. Yıllarca o tadı aradım, bulamadım.
Denize yürüyerek 15 dakikalık bir mesafedeydik. Tersane’nin Karşıyaka’ya doğru bittiği yerden biraz uzakta, Arı Apartmanı’nın karşısında küçücük bir kumsal vardı. Favori yerimiz orasıydı. Huckleberry Finn ve Tom Sawyer’lar Cumhuriyeti… Annemizin diktiği kara donlarımızla denize girer çıkar sonra kurutur, üzerine kısa pantolonlarımızı giyerdik. Gaz tenekesi kapağında pişirdiğimiz midyeleri, kılçıklı ısparozları boklu kebap yapıp mideye indirirdik. Ayağımıza garanti kestane dikeni batar, ya da midye keserdi.”Çocuk tıbbı” diye bir şey vardı o zaman. Şimdi yok. Bilirdik ki, kestaneye ateşte yakılmış iğne, fayda yoksa, zeytinyağı metodu, midye kesiğine kafa yarılmasına tütün, kafada balon gibi şiş olayına da çiğnenmiş ekmek içi… Bu kadar basit. Gene “çocuk tıbbı”nın Psikiyatri bölümde de şu tür tedaviler vardı: Örneğin Küçük kardeşlerden biri çok korktu değil mi? İlk müdahale üst damağın başparmakla yukarı kaldırılması, akabinde su içirme. Üçüncü aşama da: “ağlama bak, şerbet içirecem sana, Hayriye teyzenin mevlütten, kendi çam fıstıklarımı da sana verecem” vaadi…
Küçük kardeş tabii… Herkesin bir küçük kardeşi vardır ve zimmetlidir... Canın ne ki? Kaç para eder? Küçük kardeş için beş kişiye dalarsın. Sümüğünü, ağladıktan sonra yanağında kirden oluşmuş patikaları tükürüklediğin elinle silersin, Aldığın simiti ikiye böler, parçaları ölçer, büyük olanı ona verirsin. Yeri gelir tokat atar, ama baban onu dövmeye kalkınca da suçu üstüne alırsın.
Benim ablam da vardı kardeşim de. Ablam üzerime titrer sadece 12 yaşında olduğu halde ancak anne kedilerde görülebilecek bir sorumluluk duygusuyla bana sahip çıkardı. Mahalleden biraz kaybolsam kolumu çizer, gerekirse yalar, “gene denize girmişsin “ diye oramı buramı burardı. Bakkal Hasan’a giderken “Bak buraya tükürüyorum kurumadan geleceksin” derdi. 12 yaşında bunları akıl edebildiğine hala inanamıyorum. Alaybey’den Ankara İlkokulu’na iki kardeşini 4 yıl götürdü getirdi. Bir tren yolu, bir ana cadde, ve bir sürü dörtyol ağzı geçirerek elindeki sefertasını da döküp saçmadan…
Mahalle denen o büyük ailede bir sürü çocuktuk. Aynı güne toplu kavga, mızrak, kargı oklar ve taşlarla savaşı, meşe oynamayı, futbolu sığdırır, geceyi de saklambaç oyununu ayırırdık. Günü dibine kadar sıkardık. Anneler kaldırımları yıkar, paklar, saman yastıklar çıkar, kilimler serilir, bütün mahalle kolektif geceye doğru yelken açardı. Biz çocuklar, şimdi kimsenin anlayamayacağı bir güven duygusu içinde ortalıkta fink atardık. Hiç kimsenin evi kilitli değildi. Kapılarda mandal dediğimiz bir mekanizma vardı.. Baş parmakla basınca bir demir parçası yuvadan kalkar, kapı açılırdı. Susadığımızda ilk eve dalar, su içer çıkardık. Şimdiki zenofobik yapıya bakınca gülüyorum. Bakın evlerinde kilidi olmayan mahallede kimler vardı: Arnavutlar, Eskişehirliler(tatarlar), Malatyalılar, Giritliler, Selanikliler, Antepliler, Tireliler, Araplar (zenciler) sadece hatırladıklarım. Bir de sınıfsal olarak bakalım: Mesela Antepliler dediğim doktordu. Giritliler boyacıydı. Bizle aynı sokağı paylaşmadığı halde bizden kabul edilenler, hariçten gelenler de vardı.
Mesela ekalliyetten Basmacı Müsü (Mösyö) kumaş toplarıyla dolu at arabasını haftada bir Türkan hanımların evinin önüne çeker, kadınları genç kızları başına toplar, metreyle fazla fazla kumaşı ölçer, bir ucunu alıcıya tutturur, büyük bir maharetle makası daldırıp saniyede kesiverirdi. Para yok tabii, deftere yazılır, Müsü’ye mahalleli maliye bakanından çok inanırdı. Nereden gelir, kim demler bilinmez, elinde sürekli çay bardağı olurdu. Dibini çalkalayıp kafasına dikişini hiç unutmam. Müsü bir gün fareli köyün kavalcısı gibi, hanımları toplar gider, mahallemiz kadınsız kalır diye babalarımız hiç mi korkmadı acaba diye merak ederim.
Elinde sepetle seyyar balıkçı bir Arnavutumuz vardı. “Taze bazziik” diye bağırarak mahalleden geçerdi. Bir başka portre, mançacı. “İşkembe kelle ayak, paça, mançaaa” onun repliğiydi. At arabasında tahtadan buzluk içinde sakatat satardı, Olanca kedi arkasından gelirdi. Üzerinde her daim bir sinek bulutu olurdu. Dondurmacımız vardı mavi üç tekerlekli arabası, beyaz önlüğüyle genelde öğlen geçerdi.
Çöpçümüz ve bekçimiz bayramda iki dirhem bir çekirdek kapı kapı dolaşıp matbaada bastırdığı bayram tebriğini ailenin büyüğüne uzatır, mendilini ve harçlığını alırdı. Çöpçünün ayrıca şöyle bir misyonu vardı: Eskiden tavuk çiftlikleri yoktu. Pazara gidilip tavuk alınırdı. Ancak, evde kadınlar ve çocuklardan başka kimse olmadığından kesim işi çöpçümüze kalmıştı. O da ikiletmeden keser, para da almazdı.
Bozacı salepçi, tahin pekmezci, gece geçerlerdi. Soğuk kış günlerinde tahin pekmez yani dünyanın birbine en çok yakışan çifti en büyük lüksümüzdü. Ekmeği banarak yemek o müthiş tat hepimizin yüzünde huzurlu bir sırıtışa neden olurdu. Zaten biz çocukların tepkisi çok basitti. Mutlu olduk mu sırıtır, mutsuz olduk mu dudaklarımızı sarkıtırdık. Ağlamak yasak gibi bir şeydi. Sadece Bebekler ağlardı. Ağlama öyle tabuydu ki, bazen birbirimizi sinir etmek için bisikletten düştüğümüzde, yaralandığımızda “Uff amma da çakıldın” derdik. Düşen elini tükürükleyip yarasını silerken, mutlaka gözyaşlarını tutar, “Acımadı kii, acımadı kii” diye cevap verirdi.
Zeytinyağı arabası gelirdi. At arabası tabii. Büyükler atlet pijama sokağa iner, ellerinde çay bardağıyla yağı tadar, kızartmalık, yemeklik yağ alırlardı. Vita ve Ufa yağı da Sana ile birlikte evimize girmekle beraber, annem İtalyanlar gibi makarnayı bile zeytinyağıyla yapardı. Pilavı dahi bazen zeytinyağıyla yaptığını hatırlarım.
Bir de “Koyun gübresi, kestane toprağı” satan deve kervanı vardı. Evet deve kervanı. Develeri çöktürüp gübre satardı. Ne şenlikti ağzı köpüklü develeri seyretmek. Ufa, Vita tenekelerinde, akşam sefaları, sardunyalar, begonyalar, yaseminler, arka bahçede ise erik ağaçları dikiliydi. Gübre de basma kadar ihtiyaçtı.
Hatırladığım bir başka tip, hurda sarı pirinç, bakır ve kurşun su borusu karşılığı pestil veren adamdı. Eshotçuların çıkrıklı merdiven dayayıp değiştirdiği sokak ampullerini “Biz eğlenelim diye” direğin tepesinden aşağı atıp patlatması en önemli seyirliklerimizdin biriydi. O ampulun dibine iki parmak erik pestili verirdi. Biz de bitmesin diye damağımıza yapıştırır, yave yave konuşup milleti sinir ederdik.
Demiryolu ve tren en büyük korkumuz ve oyuncağımızdı. Raylara baktıkça o perspektif sonsuza gidermiş gibi gelirdi. Bir gün iki kafadar evden domates, ve ekmek alıp kaçtık. Alaybey istasyonundan kaçak bindik trene. Nereye giderse oraya gidecektik. Gide gide Basmane’ye gelmiş, tren yolunun bittiğini görünce ağlamaklı olmuştuk. Demek ki sonsuz gibi görünen şeyler bitebiliyordu.
Bazen gurup olarak raylara tel, çivi gazoz kapağı, koymaya giderdik. Makinist kömür atar, küfür ederdi. Böyle günlerden birinde sağır ve dilsiz bir çocukla tanışmıştık. Demiryolu kenarında otururdu. Dilsiz olmasına rağmen tren düdüğü gibi çığlık atabiliyordu. Bir gün gene raylara çivi koymaya gittiğimizde traverslerin arasında bir çift kiraz ve beyaz naylon, kenardan mandallanan ayakkabılar gördük. O an beynimizden vurulmuşa döndük. Zira o sıralar kulaklarımıza kiraz takma modası vardı. Beyaz ayakkabılar onundu. Hemen soruşturduk. Tren ezip geçmişti. Makinist düdük çalmıştı, çığlık çığlık, ama o duyamamıştı.O günden sonra raylar bize cehennem olmuştu. Hayatımızdan çıkmıştı. Gerçi yıllarca kaçak trene binmeye devam ettik ama ray olayı bitmişti bizim için. Gene varsa yoksa deniz…
İskelenin yanından yem ve olta alırdık. Tilla’nın yanı, Eğer Simba’dan nefes alabilirsek, Yelken kulübü, mendirek favori yerlerimizdi. Simba bizim korkulu rüyamızdı. Yelken kulübünün sembolüydü, Rıfat Öktem, sayesinde çok yelken yaptım kulüpte. Buradan edindiğim tecrübe sayesinde kendi imalatımız şeker çuvalından tekneyle Çalış Bakır’la Ahmetbeyli’den çıkıp, Sisam hariç, Kuşadası körfezinde turlamadığımız yer kalmamıştı. Sonunda bir gün Yoncaköy’de fırtınaya yakalanmış, tekneyi bırakıp, çobanın verdiği el feneriyle zifiri karanlıkta sabaha kadar patikalardan yürüyerek eve vardığımızda herkesi uyur bulmuştuk. Annem “Havaya baktım, bunlar bir yere demir atmış sabaha kadar balık avlıyorlardır” deyip yattım, hiç merak etmedim. Demişti. Aynı duruşu ODTÜ de okurken olaylar olduğunda” bana bir şey olmadı”, diye telefon ettiğimde sergilerdi. Çok güvenirdi. Bu tekne işi hastalıktır. Antalya’da 9 metrelik bir teknem oldu, 3 yıl sonra sattım. Hala kaşınırım. Deniz hele hele bizim denizimiz Ege.. İnsanlığın, medeniyetin, mitolojinin beşiği. Tutkumdur. Kızımın adını Ege koydum. Şükür ki şimdi İzmir’de. Bunlar benim Amarcord’um. Yazdıklarım unuttuklarımın binde biridir inanın. Buna da şükür. Çünkü bazen hatırladıklarımız, bazen de hatırlamadıklarımız bizi var eder. Bu ayar iyi demek ki. Şimdilik gemi gidiyor. Gerisi iki tahta, bir hasır.


Sirkeci Ahmet


Sirkeciler, bizim Alaybey 1865 sokaktaki evimizin karşısında otururdu. Ahmet’in baba mesleği sirke yapmaktı. Büyük cam damacanalar olurdu arka bahçelerinde. Ama kendisi her nedense faytonculuğu seçmişti. Yeşil gövdeli, siyah deri körüklü, fenerleri pırıl pırıl " kaol"lenmiş, atları mevzun vücutlu nefis bir faytonu vardı.
Dönemin trendlerini belirleyen filmlerin adlarını bir motto gibi faytonun sırtına yazdırırdı: "Ağaçlar ayakta ölür", "Krallar önde gider" gibi... Yeni bir film gelip hayatımızın ortasına çöreklenene kadar o yazıyı okurduk... Yazıları benim stilini sevdiğim, pala bıyıklı tabelacı "Sami" yazardı. Nerede görsen tanırdın yazısını. Ucu pamuklu bezden topla kaplanmış düzgün yazı sopasını dayar, hala hayret ettiğim küçük parmağı üzerine abanarak yazma tekniği ile yazardı.
Ahmet’in faytonu evinin önünde durur, atları da arka bahçelerindeki ahıra götürürdü her gece...
Ben o kadar aşığı idim ki atların, sadece onlarda bulunan ve ender olarak insanlara geçen çok özel bir mantar bulaştı elime... Annemin beni Doktor Nihat Bey’in Tepecik’ teki sigorta hastanesine götürüp tedavi ettirdiğini hatırlıyorum. Nihat beyin annesi Halide Hanım, Sirkecilerin yan karşısında otururdu. Annem sürekli yoklardı kadını. Geçimsiz biri, daha doğrusu huysuz biri olarak aklımda kalmış...
Öğle yemeğinde çoğunluk eve gelir, atların koşumlarını çözmeden, yem torbalarını başlarına geçirerek bırakırdı. Ben pencereden onu takip eder, eve çıktığını görünce, doğru atların yanına gider, torbalarının dibine kadar yemelerini, “Kırt, kırt” sesler çıkararak keyiflenmelerini seyrederdim. Torbadaki yem bitmeye yakın, dibine ulaşamayan atlar huysuzlaşır, ayakları ile taşları döverlerdi, işte tam bu noktada devreye girer, torbayı kucaklar, dibini yemelerini sağlardım.
Faytonun altında sallanan galvaniz kovayı tulumbadan su ile doldurur, Sirkeci Ahmet’ten gördüğüm gibi soğuk suyu atların hayalarına savurturdum. İğrenç at sinekleri bir an neye uğradıklarını şaşırır, vızıldayarak dağılıp, kısa bir süre sonra tekrar aynı yere konarlardı. O kadar sert kabukları vardı ki, elinizle sıkıp öldüremezdiniz, taşla ezmek gerekirdi sinekleri. En mühim cesaret gösterisi atların karnının altından geçmekti. Benim için çok kolaydı. Sık sık geçer hava atardım.
Atların adı yoktu. Ya “Oğlum” ya da “ Kızım” derdi. Veya vardı da, umuma açmazdı! Sanki başbaşa olduğu zamanlarda isimlerini söylerdi. Atlarla insanların yüz-göz olmasını istemez, sevdirmez, yaklaştırmazdı, kaldı ki ismini söylesin. Aralarında hissedilir bir mesafe vardı. Birgünden birgüne alınlarını okşayıp sevdiğine şahit olmadım. görmedim.
Bizim anne tarafımızdan tanıdığımız mı akrabamız mı bir vali varmış. Onun karısı ve kızı arabacılar sokağında tek katlı ve bahçeli bir evde otururlar, dul ve yetim maaşıyla geçinirlerdi. Hep pencere kenarında oturup, gelene geçene bakarlardı. O zamanlar faytondan başka şey geçmezdi, otomobil çocukların gördüğü zaman arkasında koştuğu bir şeydi. Sirkeci Ahmet’in Faytonu geçerken, atlar o zamanın ünlü bir batı melodisinin temposunu tutarmış Fred Astair gibi. Kadın öyle derdi. Bu bir “şehir efsanesi” olarak kaldı benim belleğimde.
Tırıs giden bir fayton kulağımızı biraz zorlarsak, kuğu gölünün temposunu verir. Muhtemelen 2/4 lük. Bu tempoda milyonlarca parça var dünyada... Ben Trenle Ankara’ya gittiğim zaman bir ay kendime gelemezdim. Tempo beni müzikal açıdan sürekli aktif kılar, Bir sürü parçayı kafamda çalar dururdum. 16 saat!. Bu hanımlarınki de o hesap.. Yalnızlık da var...
Sirkeci Ahmet daha sonra çarşı girişinde Mustafa Buluğ’ un babasının mandırası “Süt damlası” nın yanındaki fırında tezgahta çalışmaya başladı. Uzun yıllar çalıştı. Bir daha faytona döndü, bu sefer arabanın sırtında ”Kaptanlar ve krallar” yazıyordu. O dönem TRT de yayınlanan bir Amerikan dizisiydi. Şimdi nerededir, ne yapar bilmem yaşıyorsa Allah uzun ömür versin.
Aklımda yakışıklı bir adam olarak kalmış. İstanbul’da (?) bir kızla birbirlerine aşık olmuşlar kaçmışlar. Kadının kumaşı farklı idi. Semin abla...Aklımda hep tül sabahlıkla kaldığına göre (!). Bizim mahalle formatında biri değildi en azından. Kızı vardı benle yaşıt, Yasemin, bir de kızkardeşi vardı sonradan gelme, o da bizim evde şizofreni tedavisi gören dayıma aşık olmuştu. Dayım delilikten, melankoliden ekmek yedi senin anlayacağın. Mektuplaşırlardı. “Sen bana hayran, ben cama tırman” dayım cam kenarında sigarasının dumanını sanki uzayın sonsuzluğuna savururdu. Clark bile öyle savuramaz.. Bir şey olmamıştır, sanmıyorum.. keşke olsaydı, veya inşallah olmuştur.
Onların yanındaki evde, bizim evin tam karşısında ise Münire GADA’ nın ablası Türkan Hanımlar otururdu. Onun iki oğlundan biri, Akın 25 yaşlarındaydı. Arka bahçe duvarını atlayıp, damacanadan sirke ruhu içmiş, intihar etmeye kalkmıştı. Midesi delinmiş, bize öyle dediler, buradan x i çekip; “Turşu suyu içme seninki de delinir” derlerdi. Bu “Fazla peynir yeme kıçından kurt çıkar” ın bizim mahalle versiyonudur!
Fayton bizim vazgeçilmezimizdi. Çocuklara en cazip yer faytoncunun yanı, üst kat. Tam ayağının altında çıngırak pedalı, önünde kavuniçi kauçuktan, pompalı kornası, elinle sağa dönüş işareti ver, zile bas kornayı fıs fısla keyife bak... O kadar çoktular ki, ben 25 faytonluk sünnet konvoyu bilirim.
Kaya otelde gece sabaha kadar çalışırdım. Babadan oteli önünde duran şoförlerden rica eder, Konak iskeleye giderdim, bedava, çünkü otelden iş çıkarırdık onlara, oradan vapura biner, Karşıyaka’da inerdim. O kadar yorgun olurdum ki Faytona atlar, “Kayısılık” der, uyurdum o nal sesleri ninni gibi gelirdi bana. Adam bizim mahallede beni kibarca uyandırırdı. 2,5 liraydı yanlış hatırlamıyorsam İskele - Nergiz. O zaman 1680 TL maaş alıyordum. Sene 1976 olsa gerek.
Heybeliada tarzı üzeri dörtköşe tenteli arabaya hayatta binmem. Gerçi etrafı seyretme konusunda iyidir ama, kendini “alemlerin kralı” hissettirmez ki.. O hissi karaço verir..
Çocukluğumda hep arkasına takıldığım “Kamçı” yediğim, ki biz ona “Kamçık” derdik, makas aralarına dikenli tel gerili faytonlar... Kamçı bir zenaattir. İnan bana Müzesi açılabilir.
Faytonların bir de yağmur düzeni vardır ki o ayrı bir yazı konusu olur. Muşamba yağmurluk giymiş faytoncu, iskele önünde burnundan damlayan suya aldırmayan bir heykel gibi, dimdik durur mahallinde. Vapurdan inmişsin, gazeteyi kafana tutmuşsun yağmurdan seni korur diye, hemen oracıkta karaço.. Cepte para varsa, yağmurda ne keyif.
Çocukluğumuz, objektif olarak bakılırsa tam bir keçiboynuzu belki, şimdiki çocuklarımız komik buluyorlardır muhakkak. Ama olsun,
Böylesi de güzeldi...


Karşıyaka’da çırak olmak, ya da Ustura Perdah Kayışı


1721 sokak caminin altında babamın yorgancı dükkanının etrafı neredeyse berber dükkanları ile çevrili olduğundan, bu kayış merakıma mucip olmuştur. Çocuk aklımla, derinin çeliği nasıl olup da bileyleyebileceğini anlayamamışımdır. Kayışın bir başka şeyi olmalı, ne bileyim, doğaüstü birşeyleri, peygamber efendimizin devesinin soyundan gelen develerin derisinden yapılmış ve Hacer –ül Esved taşına sürtülmüş olması gerekir gibi!.. Kayışın kayış olarak hikayesi sade suya tirit olarak kesmiyordu beni. Mesela en azından atıyorum, “Kayışdağı’ndaki Kayış Baba” yatırından gelmeli idi.

Bugün bile çizebilirim, sapı tornalı, iki tarafta yer alan kayışları tahta bir kaideye sımsıkı tutturulmuş bir aletti. İçinde bir de gerdirme mekanizması olmalı..Tek olarak dükkanda bir yere asılı duran türü de vardır.

Berber, usturayı kayışın başına yatırır, ayarında bastırarak, başlangıçta seri, giderek yavaşlayan hareketlerle perdahlardı. Olduğu tamamen kanaat! Sedef saplı usturayı küçük parmağına takar sakala devam ederdi. İşi acele olanlar ritüel fazla uzamasın, bir taraftan da berberin hayattaki tek numarası bozulmasın diye: “ Kani abi, benim sakallar marul tarlası gibi, dal gitsin” derlerdi. Yandan da saate bakarlar, zira vapurun on dakikası vardır.

Bu kayış başlangıçta koyu hardaldır, giderek kahverengine dönüşür, üzerine yağ filan sürerler miydi bilmem. Bit pazarında pazar günleri açılan kaldırım sergisinde bazen görürdüm, çatlamış kurumuş olarak. Orası da ayrı bir alem, “Kaça bu” diye sorarsın adam bir fiyat söyler. Bunun parametresi nedir? o da ayrı bir muamma. Bit pazarında, kullanılmış “Meksefe” nin fiyatı vardır. Ticaret bu işte, bir şeye fiyat koyabilmek!. O kör cahiller bunu yapabiliyor, bizim Cost Control departmanı yapamıyor. Yapıyor, fiyat o değil, piyasa başka bir şey dayatıyor.

Ne diyordum, berber çırakları, “Çırağa verilen çocuklar” sınıfının “Munisler” kategorisinde yer alır. Onlar biz diğer çıraklar arasından parlak saçları, beyaz önlükleri, pembe yanakları ve boyalı ayakkabılarıyla her zaman ayırt edilirlerdi. Berber çıraklığı çıraklar arasında en prestijli olanıydı. Her daim temiz, sıcacık dükkan, yazın vantilatör, süper bahşiş. Azıcık tokatı, kulak çekmesi fazladır o kadar. Ne zaman dükkan boş olsa çene çalmaya gitsen, elinde şişirilmiş bir balon, üzerinde köpük, usturayla kazırken bulursun, adi balon patladı mı sesi çarşıyı sarar, usta başka dükkanda koyu muhabbetteyse, kıçını kaldırmaz “ulen deyyus doğru yap şu işi sıçmayayım bacağına” diye bağırırdı. Patlayan balonun yüzüne gözüne saçtığı köpük komik eder insanı. Bir de angaryası çoktur, “çay getir, sübye söyle, yengenden sefertasını getir”. Dükkan süpürmek, bizim için sabah altı buçukta, azıcık maşrapa suyla, bir kez yapılan bir şey iken, onların elinden süpürge faraş düşmezdi. Bazı ustalar iyice abartır, “kesim” sürerken her makas darbesinde katledilen saç perçemi, yere düştüğü an “fırt” faraşta. Faraşlarının altı süper düz, üzeri ise güneşten korunduğu için volansız olduğundan kıl, yün, tüy mikron seviyesinde kalırdı yerde. Plastik faraşlar çıkmadan önce, “tenekeci Kamil “in galvanizden yaptığı faraşlar vardı. Yalnız o inanılmaz ses çıkarır, süpürge ile pisliği faraşa iterken “kanlı takip” yaparsın ya, o sürtünmeden çıkan sese dişlerin kamaşır.

Bir de berber çırağıysan kaderin bağlanmış sayılırdı.Ciddi ciddi berber olacaksın demektir. Bizler bir sürü yerde çıraklık yaptık, o meslekleri yapmadık, ama babamız bizi berberin yanına verseydi, bugün berberdik.. Bu çoklukla böyledir..

Bir berber çırağının uyması gereken üç kural vardır:1. Eline beline diline.. Bu üçlemeyi bir sayarım.( Hayatta da tek geçerim ) Tüm Çıraklara önce bu söylenir.2.Haddini bilmek. Berber dükkanında şimdi geyik dediğimiz, o zaman adı muhabbet olan şeye maydanoz olmamak susmak dinlemek. 3.Usturayı, usta “sen oldun” demeden kayışa sürtmemek.

Kayışa sürtmek İki türlü affedilmezdi. Birincisi kayış derin çizilir, her sürtüşte takılacağından at çöpe. İkincisi, usturanın ağzı bozulur ki usta yeniden ağız açtırmaya İzmir’e gider, bu ince işi Kemeraltı’nın izbesinde bir kaprisli ihtiyardan başkası yapamaz ve hayata küstürür. Ustanın mesleki yeteneğine yapılan imalar gırla gider. “Çırak yapmış” mazereti dinlenmez. Yerin dibine geçer.
Bunun geri dönüşümü çırağa dayak şeklindedir.

O yıllarda bir şey vardı, belki Osmanlı’dan kalma, Ahilikten filan; aptallık problem değildi, istediğin kadar aptal olabilirdin, ancak, beceriksizlik affedilmezdi tokat bazında. Bu şu yaşlarda keşfettiğim bir şey, dünyada aptalların en mutlu yaşadığı coğrafyadayız, üstelik bu bir gelenek. İroni yapmıyorum, aşağılamıyorum, bağrıma da basıyorum yemin ederim. Beceriksiz olma yeter...Tevekkeli değil: Etrak – ı bi İdrak yakıştırması.. Belki formül buydu, bu bir aşağılama değil, tercih edilesi birşeydi, padişah ve yönetici elitin “Wishful thinking” iydi...

Ben eli alet tutan insanlar sınıfından sayılırım. Velakin solaklığım yüzünden, elime bıçak alsam “Aha şimdi kesecek bir tarafını” sözlere maruz kalırım. Başını annemin çektiği bir gurup, bana, “Çottik” der. Beceriksiz, sakar, eline alet yakışmayan, çolak manasına. Ama Bazı kalfalar, kalfa diyorum bak, benden aptaldı ve ilk okuldaydım, farkına da varıyordum. Ancak beceriksiz değillerdi, ve zenaatı ezbere yaparlardı, çetrefilli iş geldi mi pilleri biter, ustaya danışırlardı, usta da kasıla kasıla yapıverirdi. Sorun ustalık değildi halbuki, sorun aptallıktı ve usta olunca da beceremeyecekti o tarz işi..

“Yenge bu tamir olmaz” özlü sözünü bunlar çıkarmıştır. Eğer ben, daktilo tamircisi Osman başçavuşun çırağıysam, dünyada diyorum bak, tamir olmayacak alet yoktur...

Ama o güzel aksi insanlar, o güzel atlara bindiler, gittiler…

Şimdi “Bozuk bir şeyi yapmanın keyfi” kalmadı, evet bilen bilir o müthiş bir keyiftir. Beraberinde de saygınlıktır, hayranlıktır. Doktorlar boşuna mı bu kadar şişik egoyla dolaşıp duruyor. Tamircilik onun bir başka hali ..
Hele Efsane olmak!

Şöyle bir şey siz çocuğunuzun elinden tutmuş yürürken arkanızdan fısıltıyla söyleniyor, düşünün: “Limana giren Amerikan gemisinin radarı bozulmuş, milyon zarar edecek gemi kıpırdayamıyor, gece gelip evden almışlar, sabaha kadar uğraşmış yapmış, kendi adamları bile yapamamış, para vermişler almamış, “Giderken üç defa düdük çalsın” demiş, ondan lakabı “Düdük Raci”.. Sandığın gibi değil yani...”

Öyle ustalar vardı ki: “Abi uzay mekiği bozulmuş, yapacak adam arıyorlar, astronotlar içerde kan ter, yapar mısın?” desen “Önce bir içini görmem lazım” der. Bu coğrafya böyledir,

Ustalarımız, babalarımız, felaket huysuz nobran bir nesildi(r). Sosyolojik boyutu bir yana, Psikolojileri acayipti. Bir kere cinsel olarak onarılmaz bir durumları olduğuna inanıyorum. Hepsi aynı dertten muzdaripti bence. Öyle bir” Duruş” ları vardı ki, libido null, nada, niente, zero! Psikoseksüel enerjinin “e” si yoktu.
Ama ahlaklı insanlardı. Ne “Naylon” lar geldi geçti, kollarında file, Ne Boncuklar, ne Saitler.. Ne karanlık bir duruş, ne bir ima, ne ters bir vücut dili. Aslan gibi Karşıyakalıydılar, Karşıyakalıydık. İnsandık.


Necat Kuymulu ağabeye mektuplar


Necat Kuymulu ağabey , sizinle Hem o zaman toprak, tarla olan Girne Bulvarı'ndaki telefon direğine monte ettiğimiz basket potasından, hem de KEL den doğan bir "Hukukumuz" var.. O duru Türkçenizle , yapmış olduğunuz basket yayınlarınızla fark yaratmanın ne olduğunu bize öğreten kişisiniz. (bir de car -car sesiyle Abdullah Yüce'nin ağabeyi vardı alternatifiniz!).. Bizimle bazen basket oynar, kurallar konusunda aydınlatırdınız. Bu nedenledir ki basket şubesini kurduğumuz ve Nergizspor'un forması altında oynadığımız maçlarda hakemlere hiç itiraz etmemeyi, seyirci olarak da o zamanın efsane kadrolu (Rahmetli Aydan Hoca'lı, efeli) KSK ını "şerefsiz" tribünden seyrederken de haddimizi bilmeyi sizden öğrendik.. Bilerek veya bilmeyerek insanların yaptığı ufak tefek şeyler, başkalarının hayatında "kelebek etkisi" yaratabiliyor. Sizinki de o hesap oldu bizim mahalle gençlerinin hayatında.. Merak ediyorsanız, Sonunda hepimiz "Birşey" olduk. Hem KEL den hem mahalleden, (iki çatlak doktor, bir makina müh, Edirne'de Prof, bir eczacı, bir yabancı şirketin Türkiye md, bir 5 yıldızlı otel müdürü, bir diplomat, bir ziraat müh,vb..)Ve hiçbirimiz basket oynamıyoruz! Biz Karşıyaka çocukları şanslıyız. Rol model konusunda bu kadar verimli bir topluluk zor bir araya gelir. Okulda abide gibi Erol Kaya'mız var, Mahallede siz ve sizin gibi (Kaptan Erol) ağabeylerimiz var.. Bu yüzden Karşıyakalılar (en azından ben ve arkadaşlarım) pek idol sevmezler.. "Yaşayan" ağabeylerimiz bize yeterdi.. Babamın Cami sokağındaki diğer esnaf ağabeylerimizi ayrı bir kategoride değerlendiriyorum.. Onlar da bize iş ahlakı, disiplin, müşteriye saygı, ahilik terbiyesi olarak şimdi kategorize edip o zaman isim veremediğim erdemleri öğrettiler. Neyse sevgili ağabeyim, konuya geleyim, ben şimdi elli küsur yaşımdaki " Muşmula" halimi mi göndereyim, o zamanki "tıfıl" resmimi mi? Şaka bir yana haklısınız.. Ben sizi izliyorum ama siz beni bilmiyorsunuz.. Tanımanızı da beklemiyorum zaten.. Domuz gribine rağmen öpüyorum sizi...


İnan Özyıldız, bilgisiyle hepimizi döverdi…

Necat ağabey, hazır yazmaya başlamışken size, kaybettiğimiz Nuri Özyıldız amcanın hocalığından önce amcalık statüsünün nereden geldiğini yazayım.
Siz bizle o çivisi çıkmış el yapımı potada oynarken uzakta "Robust" marka kocaman tekerlekli bisikletinin üzerinde yarım tünemiş biz yaşta bir çocuk durur, bizi seyrederdi. Saint Joseph'e gider, bilimsel makaleler yazdığı el yapımı dergiler, gazeteler çıkarır, Bizim Serhat'ların bodrumda kurduğumuz İlmi Araştırmalar Merkezi'nin (İAM) alternatifini oluşturur, sonunda bilgisiyle hepimizi döverdi. Bizim işimiz karpitten bomba, maytaptan füze yapma, içine canlı sinek koyup paraşütle kapsülü ayırıp yer indirme gibi "Paf küf" lü işlerdi. O kaya gibi makaleleri dayardı. Mıh gibi çakılırdık. O zamanlar, kıskanma geni icat edilmemişti. Paylaşım geniyle mutlu mutlu yaşadığımızdan, onu bağrımıza basıyor, çok seviyor ve gurur duyuyorduk. Zaten İlkokul birinci sınıftan beri beraberdik, Biz şubeye gittik, o Saint Joseph'e. Dolayısıyla Altay'lı oldu. Saygı için beraber maçlarına bile giderdik. Büyük Mustafa'yı da o zaman Adanaspor'a kornerden (Benim gibi solaktı) solla direkt kaleye attığı golle tanımıştık.
Henüz "Denizli" olmamıştı ve daha gerçekti. Ne de olsa Dede Korkut soy soylamış, boy boylamış ve ona "Büyük" lakabını vermişti ki hala en makbulü budur benim gözümde. Sonra Yollarımız Ayrıldı, biz KEL e gittik O, İstanbul Saint Benoit'a.. Kader, bizi ben ODTÜ den atılınca darbe sonrası tekrara sınava girerek kazandığım Siyasal Bilgiler Fakültesinde tekrar buluşturdu. Ama o bitiriyordu, ben başlıyordum. Uzatmayayım. Şimdi Beyrut Büyükelçisi. Sevgili arkadaşım İnan, Nuri Özyıldız'ın oğlu. Sizin ona arkanız dönüktü, ben arkadaki gözünüz olup size anlatayım dedim.


Musa bakkal


Orta sonda kaldım. Beklemedeyim, Musa bakkala çırak yazılmışım, o dönem evlere servis modası var. O üç tekerlekli bisikletle evlere gazete, süt ve ekmek dağıtıyorum. Aletin virtiyözü olmuşum. Devamlı iki teker gidiyorum, arada devriliyorum ama yılmıyorum da..
Musa bakkal da Razgrad'dan Karşıyaka'ya yeni transfer olmuş. Türkçe "ni panimayu"... Ben tabii mecburen makaraya sardırıyorum, şiveden gülme krizleri gelirken, türkçesini düzeltmeye çalışıyorum , ama "sen kimsin de bana Türkçe öğretiyorsun?" havasında hep kızıyor bana... hem iş sıkıcı hem de bütün mahalle arkadaşım, devamlı ayartılma durumum var...
Gaz yağı da satıyoruz. Siz bilmezsiniz:) O zamanlar bakkallarda gaz satılırdı...
Civar inşaatlardan birinden doğulu bir "amele" gelip sordu: "kaz vor mi?" Musa amca tepeden aşağı adamı süzerek bana da Türkçe dersi veren bir edayla cevabı yapıştırdı: " te kaz yok bre, yordek var"...
Şimdi soruyorum Necat ağabey, fırlama demişsin, ben ne yapayım, bu "kasaba"dan normal adam çıkar mı?
Don Camillo öyküleri gibi yüzlerce var...
***
"Hakimin oğulları" nın amcası vardı. O da Erhanlar gibi gerçekten üstün zekalıydı. Ancak, sınırı aştığı için o zamanki tabirle "deli" idi. Yurtdışında okumuş filan... 2 tane koyun almışlar buna, şimdiki Girne bulvarının ortasında kalan dere yatağında bunları otlatırdı. Koyunlardan birinin adı "Mucibül Rahman" diğerininki de " Dom Mintof"du. Mucibül Rahman'ı hepimiz bilirdik de, Dom mintof? Meğer Malta Devlet Başkanı'nın adıymış. Delimiz bile böyleydi...
***
Deli kelimesi harika bir "ehliyet"di. Mesela günde bin defa balkondan kilim çırpan teyzeye " obsesif compulsif" yerine temizlik delisi derlerdi, iş biterdi. Herkes evden terliğini getirir, öyle ziyarete gidilirdi. Ekmekleri tütsülediğinden evden eksik olmayan kızarmış ekmek kokusu bizi kahvaltı krizi moduna sokar, eve gelince gece yarısı illa ki kızarmış ekmek (ocakta açık ateşte tütsü) ile kahvaltı ederdik. Bir temizlik delisi teyzenin dışlanmamış varlığı bizim hayatımıza anlam kazandırıyordu.
***
Babam zaten "Deli"ydi. Gitmekte olan otobüsün şoförünü direksiyon başında dövmüşlüğü vardır. Gerekçe: Aynadan kadınlara işmar atmak...
Melek sinemasında da ön sırada oturan sağa sola leblebi, laf atan "it"leri 5 dakika araya kadar azimle tellerinden söktüğü sandalyeleri birbirine tutturan kalasla haşat etmişliği de vardır. Çırakken beni caminin önünde metreyle döver, Köfteci Erol abi elinden almak için babama yalvarırdı.

Annem babama yekten "Deli" diyemediğinden, "Bizim bey biraz asabi" derdi.
Hala"asabi"dir. Urla'da bahçenin yan tarafındaki kaya buna "batmış"... Balyozu alıp yan komşunun eline de "murç"u vermiş iki 80lik balyoz ve murçla 3 milyon yıldır orada duran zavallı kayayı kırıyorlar. Annem balkondan ablamı dürterek "Şunlara bak, birinin ciğeri alında, öbürü de kanser" demiş.
***
Tabii "Ayar almak" fırlamalık alt mertebesinde çok elzem birşey. Yoksa "Piç" kategorisine girersin ki, bu istenmeyen bir durumdur. Yani Saliha teyzelerin bahçesinden erik araklamak aşamasından, manav tezgahından elma çalmaya, kuytuda gizli sigara içmekten, "Ot"a geçiş anlamı taşır.

Ayarı da Püren ablamdan, Necat ağabeyden, balkonda alt üst takım çizgili pijamayla adabıyla rakı içip, karşı apartmana asla gözü kaymadan yola bakan, o sırada geçmekte olan at arabasının sürücüsünü " na hak yere kamçı vurmasana ulen hayvana, hayvann!" diyerek "daş yok mu daş" moduna girip, sinirinden ilk eline gelen balkondaki patates sepetinden adamın kafasına patates atan "asabi abi" den aldık...

Başka abilerden ayar alsaydık, sevişirken birilerinden üzerimize hortumla soğuk su sıkması için ricacı olurduk. Çünkü biz küçükken o abiler köpeklere öyle yaparlardı...
***
Necat ağabey, daha çok yazasım var, anılarımı tetiklediniz. Ama sıkıcı olmaktan korktum. Daha sizin evin karşısındaki voleybol sahasına hıdırellezde kurduğumuz orkestrayla gece yarılarına kadar ateş yakıp bütün mahalle birlikte eğlenebilme kabiliyetinden filan bahsedecektim, neyse...

Fırlamalık buralardan gelen birşey.
Bu damarlar Karşıyakanın "Ortak manyetik gen havuzu"ndadır. İlle fiziksel geçiş gerekmez, bunlar manyetiktir. Gelir adamı bulur. Bu yüzden ben hem Razgradlı, hem muhacir, hem Malatyalı, Hem Çerkez, hem Selanikli'yim. Özetle birazı da sayende fırlamayım. Hepinizle gurur duyuyorum. .

Hasan Abi kaymağından koy
Sizin Ahmet Bakkal, bizim Hasan bakkal...
Evin ortancası olmak talihsizliğine uğradığım için ayak işleri tamamen bendeydi.
Yoğurdu aynen sizin gibi tabakla alırdık.
Önce gramları kefeye atarak darasını alır, yuvarlak , hafif içbükey galvaniz el yapımı kepçenin keskin kenarıyla bir hamlede yoğurdu keser, tabağa koyardı.
"El terazi, göz kantar" dı hakikaten. "Hasan abi, kaymağından da koy" klişesini söylemek şarttı.
***
Yolda kaymağı "lüpleme" ve "baba, Hasan bakkal biz çocuğuz diye kaymak koymuyor", çamurunu önlemek için, beyaz parşömen kağıdını yoğurdun yüzeyine iyice bastırır, "dökme ulen" derdi.
***
Ben biraz (biraz mı?) sakardım.
Ağzımı ayıra ayıra (ablamın lafıdır) tren seyrederek,
yolda rastladığım arkadaşlarla şakalaşarak,
ve tüm önlemlere rağmen kaymağı lüpleyerek,
eve varmadan da tabağı farkında olmadan eğmek suretiyle yoğurdun yarısını dökerek gerisin geri dönüp ;
" Hasan abi köpek saldırdı, yoğurt döküldü, ne olur azıcık daha koy babam döver" dediğim olmuştur.
O da ense traşı mevkiime tersten sürttürmeli tokat atarak, "ulen kerata sırf kaymak mı gitti?" deyip ekleme yapmıştır.
Tabii kağıt bildiğin hamur haline geldiğinden yenisi konurdu.
***
Alaybey'den Girne'ye taşınınca, (o zamanlar adı kayısılık'tı) istikamet Nergiz Tren istasyonundaki mandıra idi.
orada inek ve koyun yoğurdu geniş tavalarda dururdu. Mükemmeldi.
Madem mandıradan açıldı, burada ismini anmadan atlamayalım, İskeleden çarşıya girerken sağda "süt damlası" Mehmet Amca'nın mandırası vardı. Sakıpağa'nın damadıdır. Bizim sarı Mustafa Buluğ'un babası...
Sert, dürüst, bileğine güçlü adam gibi adamdı.
Dünya'da öyle bir ayran içemezsiniz.
Sakıpağalar markamızdır. Ama Kaluçlar, ve daha niceleri unutulmamalı.
Şimdi bakınca düşünüyorum da gençlerde aidiyet hissi yaratmak için neler yapıyor, bazen ıspanaktan yağ çıkarıyoruz.
Aslında Karşıyaka'nın sadecemandıraları bile tek başına bu güzelim yeri yüceltmeye yeter (di).
Değerlerimizi yaşatamadığımız "kipa"laştırıp kendi esnaf babalarımızı öldürdüğümüz için, işin sadece, "ağıt" kısmı bize kaldı...
İşte bu yenip bitmiş elma şekerinin sapını yalamaya "nostalji" diyoruz...
Ne yapalım yalayacağız, başka çare yok...
***
Huu Erdal,
pencereye gel,
hırkanı da at sırtına,
bak zemheri ayazı geri döndü geçmişten...
sadece o,
bir de keşkeler..
O trenler kalktı,
o arabalar sabaha karşı yaylarını gıcırdatarak geçti gitti sokağımızdan...


DELİ SADIK GAZİSİ


Şimdilerde rekor kırarak biracının kitabına girmeye çalıştıkları o kutsal hareketi (Harmandalı) biz vakt-i zamanında Karşıyaka Stadında 19 Mayıs çerçevesinde yapmıştık. Bunu Ağabeylerim daha iyi hatırlar. Lütfen yazsınlar. Yazarın Notu: Hareketi takdir ediyorum, ama kutsal topraklarda olmaması işi biraz burktu...

Ama ben asıl "Bedenci" (Deli) Sadık hocamızın Bizi bildiğin davul zurna takımındaki davulun tokmağıyla dürtmek ve vurmak suretiyle güttüğü, "mayo" diyerek zevahiri kurtardığımız aslında don ile mayo karışımı olan , lacivert pişik yapan naylondan mamul kısaca "doyo" dediğimiz şeyle cıscıbıldak Karşıyaka Stadı'nda ele güne maymun ettiği günden bahsedeceğim.

Macera şöyle başlıyor:
Stada varmışız, hepberaber "doyo"larımızla koşu pistine dizilmişiz, Tabii durumumuz SA gençlik propoganda afişlerinde görülen bir eli meşaleli "atletik, açık tenli yapılı Alman gençleri" figüründen farklı; bildiğin kavruk astenik yurdum insanı... Çırpı bacakları dondan iki adet kürdan gibi fırlamış; manzara bu...

"Yerinde saay..." komutuyla Sadık hoca davulla tempo veriyor; yürüyüş kolunun etrafında dönüyor; sol atarken sağ atanları "tokmaklıyor"; resmi geçit sırası bize geldiğinde de en öne geçiyor; "ilerii marş" komutuyla başlıyoruz yürümeye, protokol önünde kaz adımına geçiliyor; biz hakiki kaz olduğumuzdan ekstra çaba göstermiyoruz, bu zaten normal yürüyüşümüz... Sadık hoca'yı anlatmayayım, gözünüzün önüne getirin yeter... Neredeyse arkaya devrilecek deyip kısa keseyim...

Daha sonra sahaya yayılıyoruz, aylarca çalışmış olduğumuz, krokilerinin okul camlarında asılı duruduğu hareketler başlıyor. Sadık hoca kürsüde, ritm veriyor, arada mikrofondan " hayvan oolum , eşek oolum" la karışık biir, kii," diyor. Ben o zaman 48 kilo olduğumdan (şimdi tam tersiyim) piramit takımındayım, en üste çıkıp bayrak açacağım... Kızlar da var;
ama ne fayda bizde karizma sıfır. Zaten insanlığın en gıcık dönemindesin; sesin manasız bir kartlaşma hevesine girmiş, Sivilce, ayva tüyü bir dert, üstüne düşünsene donlasın.. Kızları görünce Biseps, triseps gösterecek durumumuz yok, Zaten asansör düğmesi olmuşsun, Pozisyon şu: Bacaklar çapraz, eller çapraz, omuzlarımızı tutuyoruz, yer yarılamadığı için içine girmek de mümkün değil...

Neyse Bizim piramitte estetikman bulunan "el - baş amudu" ekibi yerini aldı, birinci sıra kuruldu, ikinci sıra kuruldu, üçüncü sıra kuruldu, tepeye tırmanacağım, ilk sırayı çıktım, ikinciye çıkarken arkadaşımın terli ve çıplak sırtında kayan ayağım donunu, başparmağımın kıstırması suretiyle indirince çocuk can havliyle ayak bileğine inmiş olan tumanı çekmek için elini bıraktı; bizim piramit, "cennet apartımanı" gibi çöktü, çökmekle kalmadı, Sadık hoca'nın tokmakla bize doğru seyirttiğini gören herkes diğer piramitlere kaçıştı, iş depreme dönüştü, domino gibi dağıldık...

Karpuz kabukçular kıyıdan muhalefet yaparken, her 19 mayıs sonrası gibi mendirekten denize döküldük...

1 yorum:

ahmet altan dedi ki...

BAL'dan bir sınıf arkadaşım yollamış, sayfanın linkini.. işim de çoktu.. yinede merak edip okuyayım bir iki cümle, ayıp olmasın dedim.. başladım okumaya.. işler kaldı.. gözümde yaş birikmedi, ama içim bi hoş oldu, lıkır lıkır oldu, ılıdı.. NAsıl da güzel yazmış, nasıl da özletti bize bizim geçmişlerimizi. anımsattı.. sağolsun yazan.. şimdi dönüp, yazarının adına bile bakacağım.. Öylesine daldım ki okumaya, yahu bu kimdir nedir.. bakamadım bile.. cennet olsun bahçesi, bolluk olsun sofrası. sevgi ve selamlarımla
Ahmet Altan (ah.altan@gmail.com)