20 Aralık 2008 Cumartesi

BİR SEVDADIR KARŞIYAKA

Cengiz ERİÇ
Karşıyaka bambaşka bir kenttir. Sevgidir, aşktır, güzelliktir. Karşıyakalı olmak ise bir ayrıcalıktır. Karşıyakalı olmakla, her zaman müthiş bir gurur duydum ve kendimi farklı hissettim. Bir Karşıyakalı olarak zaman zaman eğlenceli, zaman zaman komik, bazen de trajik o kadar olay yaşadım ki; Yaşadıklarım, hayatımın rengi, neşesi, birikimi oldu.

Arkadaş, aile ve dost toplantılarında yaşadıklarımı, görüp duyduklarımı, acı- tatlı olayları, biraz komik, biraz abartılı da olsa anlattığımda çevremdekilerin beni heyecanla keyifle izlemelerine tanık oldum.

Ve… Bu anıların benimle nihayet bulmasını istemeyen sevgili eşimin sürekli ısrarı ve arkadaşım Erdal’ın teşvikleriyle yazıya dökmekteki tedavi olmaz tembelliğimi bir kenara bırakıp, anılarıma yelken açtım.

Kağıtçı Salih’in Botları


Yelken açmak deyince, aklıma önce Kağıtçı Salih’in botları geldi. Karşıyakalı olup da Salih’i tanımayan yoktur sanıyorum. Salih lise yıllarında futbolculuğu ile ünlenmiştir. Ama onun bir başka özelliği de deniz sevdalısı olmasıdır. Yaz tatillerinde kendi yaptığı, yapımında benim de yardımcı olduğum botları ile tanınır. Ancak Salih botları ile ilgili hikayeyi Erdal’a anlattığı için ben burada tekrar anlatmayacağım Ama.. Biz Salih’le O botları yaparken bizim bütün kahrımızı çeken Terzi Kadir Ağabeyi, elektrikçi Doğan’ı, sucu Yücel’i ve aşık Özer’i de burada anmazsak büyük haksızlık yapmış oluruz diye düşünüyorum. Salih’in anlatıp Erdal Önal’ın yazdığı  “Kağıtçı Salih’in botları” yazısını da benim yazılarımın sonunda bulacaksınız

Organize İşler

Yıl:1962 yazın son günleri , akşam saatleri, Gode Cengiz’i (rahmet ve özlemle anıyorum) o sıralar müdürlüğünü yapmakta olduğu yazlık Gül Sinemasında ziyaret etmek ve film seyretmek için giderken, Sinemanın bitişiğinde oturan Ömer’e rastladım. (Sonraları aynı yerde “Karşıyakalı Mobilya” yı açan Ömer) biraz konuştuktan sonra okul durumunu sordum. Ömer lise birinci sınıfta ikinci yılını okuyordu. Bıkkın bir ifade ile 6 dersten bütünlemeye kaldığını, hiç çalışmadığını ve artık okumayacağını söyledi. O anda O kadar üzüldüm ki tarif edemem. Yanlış karar verdiğini ileride çok pişman olacağını söyledi isem de kararında ısrarcı olduğunu, hiç çalışmadığını, ilk sınavının da bir gün sonra olduğunu söyleyince, kendisine kopya yardımı teklifinde bulundum. Kaybedecek bir şeyinin olmadığını anlattım. Pek istekli olmasa da teklifimi kabul etti. Ertesi gün buluşmak üzere ayrıldık.

Burada bir parantez açarak Karşıyaka Lisesi tarihine geçecek bir kopya tekniğinden söz etmem gerek, tekniğin isim babası ve mucidi arkadaşımız Gündoğan, ismi de “Kuş uçurtma” idi. Tam bir ekip çalışması gerektiren kopya usulü, O zamanlar yazılı sınavlar M.E.B ‘lığının bastırdığı, köşeleri isim yazıldıktan sonra kapatılan ve okul idaresi tarafından mühürlenen kağıtlarla yapılırdı. Sınavların başlangıcında dağıtılan kağıtlar Vassaf Bey’in odasındaki bir dolapta muhafaza edilirdi. “Kuş” ekibinin ilk işi, Vassaf Bey’in odasında olmadığı bir sırada bu kağıtlardan 5-10 tanesini almakla başlardı.

İkinci aşama sınav yapılacak salonun tesbitidir ki; O yıllarda okuyanların iyi bildiği gibi genelde sınavlar yemekhanede yapılırdı. Sınav günleri, hangi sınav hangi salonda yapılacaksa, dersin tabelası salonun kapısına asılırdı. Kuş ekibinin ikinci görevi, sınav yapılacak salonun camlarından birinin erken saatlerde kırılması idi. “Kuş”u alacak arkadaşımız önce ceketinin astarını söker, sınav başlayınca da, sorulan soruları küçük bir kağıda yazar, havanın sıcaklığını bahane ederek, hocalardan ceketini çıkarma izni alır, ceketini kırık camın önüne koyarken, soruları da dışarı atardı.

Ekip kağıdı alır, ve titizlikle daha önceden temin edilen sınav kağıdına soruların cevaplarını yazar, ancak bu iş yapılırken şüphe çekmemek için tüm sorular yanıtlanmaz, hatta bir soru da yanlış olarak yazılırdı. Kağıt hazır olunca kırık camın önüne sürünerek giden kişi “Kuşu” ceketin sökük olan astarına özenle yerleştirirdi… İşin bundan sonra keyifli bölümüne geçilir. “Kuşun” başarı ile cekete yerleştirildiği daha önceden de sözleşildiği gibi, grup halinde ıslıkla çalınan Portofino şarkısı ile sınav salonuna bildirilirdi. Artık işin bundan sonraki final bölümü “Kuşu” alacak arkadaşa kalırdı. Önce büyük bir nezaketle hocalardan ceketi giyme izni alınır. “Kuş”lu ceket giyildikten sonra bir süre daha sırada oturulur, ve bu arada büyük takas gerçekleştirilirdi. Sonra da sınav kağıdı teslim edilir. Tutanak imzalanırdı.

Ömer, kaybedecek bir şeyi olmamasının verdiği rahatlıkla ilk 4 sınavı son derece soğukkanlı bir şekilde hiç sorun çıkmadan atlattı. Veya bir başka deyişle ilk 4 “Kuş”u uçurdu..Ancak beşinci sınavda dananın kuyruğu koptu. O zamanlardaki sisteme göre geri kalan 2 dersten birini geçse, 1 dersten borçlu olarak üst sınıfa devam edebilecekti. Bu nedenle Ömer 5. sınava son derece gergin ve heyecanlı girdi, ve bu gerginlik sınav boyunca da devam etti.

5.sınav matematik, sınavı idi.Yine bu noktada “Kuş uçurtma”nın mükemmelliğini
anlatmam gerekecek. Hiçbir olumsuzluğun yaşanmaması için her detay en ufak noktasına kadar değerlendirilip,her olanaktan yararlanılırdı. Örneğin fen derslerinde bir olumsuzluk yaşanmaması için dışarıda sürücüsü ile bir motorsiklet hazır bekletilir, sorular bu motorsikletle 1726 sokaktaki (muhtar Recep’in sokağı) İstanbul Dershanesindeki Ayten hanıma götürülüp, çözdürülür ve süratle okula yetiştirilirdi.

İşte O gün de bütün bu aşamalar yaşandı, ve sonuç olarak sınav kağıdı Ömer’in ceketine yerleştirildi. Sinyal verildi. Ömer ceketini kırık camın önünden alıp giydi. Sırasına oturdu.Artık yapacağı tek iş kağıtları değiştirmekti. Ancak o kadar heyecanlı ve telaşlı idi ki, sınav komisyonunu şüphelendirdi. Hasan Tahsin Abakan hoca gitti. Ömer’in sırasına oturdu ve her hareketini dikkatle izlemeye başladı. Durumun vehametini gören dışarıdaki “Kuş” ekibi Hasan Tahsin hocanın Ömer’in üzerinde yoğunlaşan dikkatini dağıtmak için büyük gürültüler çıkarması, hatta 5-6 kişinin katıldığı numaradan kavga yapmasına karşın Hasan Tahsin hocayı yerinden kıpırdatmak mümkün olmadı..

Sürenin kısaldığı, umutların azaldığı anda, aklıma şeytani bir düşünce geldi. Okulun ana kapısındaki ankesörlü telefondan başmuavin Vassaf Beyi aradım,ve telefona çıkan Vassaf beyden Hasan Tahsin beyin bir arkadaşı olduğumu kendisi ile görüşmek istediğimi söyledim. Vassaf bey, Hasan Tahsin hocanın sınavda olduğunu, telefona gelmesinin mümkün olmadığını söyleyince.. ses tonumu düşürüp, biraz da ağlamaklı bir sesle, oğlu Tankut’un bir trafik kazası geçirdiğini, bu nedenle sınavda olduğunu bildiğim halde aramak zorunda kaldığımı anlatmaya çalıştım.(Bu noktada yıllar sonra, Hasan Tahsin hocamdan tüm kalbimle özür diliyorum) Vassaf bey bu açıklamam üzerine Hasan Tahsin hocayı çağıramayacağını, ancak sınav salonunun kapısına çağırıp kendisine haber vereceğini söyleyip telefonu kapattı…Ben koşarak ana binanın Kapısına gelip, Vassaf beyi izlemeye başladım.. Plan tutmuştu..Vassaf Bey sınav salonunun kapısına koşar adımlarla gidiyordu.. Heyecandan terlemeye başlamıştım ki..2 dakika sonra bir de baktım sınav salonunun kapısından Ömer, çıkmış geliyor.. Yüzü sapsarı olmasına karşın mutluluğu gözlerinden okunuyordu..Sarıldık..Öpüştük..5 kişilik “Kuş ekibi” coşkuyla kaf..kaf.. çekerken.. okul bahçesinden gürültü yaptığı için kovuldu.. Olsun.. Ömer’in hayatını kurtardıkya O yeter bize…
TANRI..GÜNAHLARIMIZI AFFETSİN…AMİN
Cengiz ERİÇ – Küçükkuyu / Çanakkale Kasım 2008

Ne Çılbırmıs Ama…


İnadına sıcak bir Karşıyaka günü.. KSK genç takımı antremanı… Unutulmaz antrenörümüz Baba Cevat (Gök) turşumuzu çıkarmış, ayakta duracak halimiz kalmamış..Kan ter içerisindeyiz.. Antreman bitince toplu olarak başımızda “Narta” Mustafa çarşıya doğru yürüyoruz..( Narta Mustafa için ileride ayrı bir sayfa açacağım) hepimiz öylesine acıkmışız ki..konuşmalar hep yemek üzerine yoğunlaşmakta…”Narta” Mustafa çok iyi çılbır yaptığını öylesine ballandıra.. ballandıra anlatıyor ki.. Hepimizin ağzının suları akıyor.. Karşıyaka’nın meşhur mandracısı Sakıp Ağa’nın büyük torunu Sabahattin (Hakyemez) yoğurtlar benden dedi…Yine genç takım arkadaşlarımızdan Hayri (Yumurtacı Hayri) yumurtalar da bendan..( Özellikle BENDAN diyorum, çünkü Hayri Yunanistan Türklerinden.. Birkaç yıl önce Türkiye’ye göç etmiş, türkçeyi kendine has, hoş bir şive ile konuşuyor) deyince, Tek sorun O kadar kişiyi ağırlayacak mekan sorunu ortaya çıktı. O sorunu da Gode Cengiz’in müdürlüğünü yaptığı yazlık Gül Sineması ile çözdük..

Sabahattin mandıradan bir lenger yoğurt aldı.. Hayri de bolca çatlak yumurta. Sarımsakları da manavdan alıp, topluca sinemaya gittik. Narta Mustafa abi. büyük bir iştahla çılbırı yapmaya koyuldu. Bu arada aynı sokaktaki meşhur elektrikli fırından alınan sıcacık ekmeklerin kokusu, açlığımızı ve iştahımızı bir kat daha arttırmıştı. Artık sabırsızlıkla çılbırın hazır olmasını bekliyorduk. Mustafa abi, yemek hazır buyurun beyler deyince büyük bir iştahla çılbıra saldırdık. Ancak ilk lokmayı alan herkes birbirine bakmaya başladı.. ikinci.. Üçüncü zoraki lokmalardan sonra herkes yemeği bıraktı.. Çünkü çılbırın lezzeti nedendir bilmem kötü değil tam bir felaketti.

Herkes bir tarafa tüydü.. sıcağın ve yorgunluğun etkisi ile hepimiz sinema sandalyelerinin üzerine uzanıp, sızıp kaldık.. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Bir ara gözlerimi açtım.. Müthiş acıkmıştım.. Her şeye rağmen bir köşede duran çılbır bana çok çekici göründü. Dayanamadım ekmeği koparıp çılbırı kötü tadına rağmen yemeye başladım.. Birkaç lokma almıştım ki.. Yumurtacı Hayri’nin bağırışı sinemayı çınlattı…
Hİ..Hİ..Hi..TE BE UYANIN KEDİ DA..KÜPEK DA YEDİ..CENGİZ DA…
Meğer biz uyurken mahallenin kedileri.. köpekleri.. çılbıra bir güzel girişmişler.
Uyku tutmayan Hayri de olanları görmüş…Ben çılbırı yemeğe başlayınca narayı ondan patlatmış…Uyanan arkadaşlar olayı öğrenince uzun süre Hayri’nin şivesi ile benimle dalga geçtiler..
NOT; O gün ..Bu gün.. çılbır yemem..

Cengiz ERİÇ – Küçükkuyu/ Çanakkale Kasım 2008


GÖNÜLLERİN BİRİNCİSİ


Karşıyaka'nın 1960- 1970 'li yıllarından söz ederken bir şeye takılır da, danışma ihtiyacı duyarsanız, Başvuracağınız ilk kişi Kağıtçı Salih'tir. Bilmediği tanımadığı yoktur Onun.. Kim.. kimin akrabası.. kim, nerede oturur...Kim ne iş yapar...Hepsini bilir..  üstelik bu da yetmezmiş gibi...Şimdi, kim nerede yaşar...Hayatta mı?.. değil mi?.. Emekli mi?.. yoksa çalışmaya devam ediyor...Aklınıza ne gelirse sorun O'na bilir...

Ben de eski bir arkadaşın izini bulmak için uğradım yanına.. Biraz sohbetten sonra.. lâf geldi dayandı.. Küçük Gode Cengiz'e bir baktım, çakmak çakmak oldu Salih'in gözleri.. Benden söz ettiniz mi? Bot masalını anlattı mı? sana diye...Yook anlatmadı dedim.. hayıflandı...
- Yaşlanmış be Cengiz.. dedi. Unutulacak masal mı O diye iç geçirince...
Anlatsana Salih şu bot masalını bana dedim...Şööyle bir etrafına baktı...gözlerini tavana dikip.. belleğini yokladı.. yüzünde sanki bir an da ay doğdu...gençleşti...zindeleşti.. başladı anlatmaya....

Ya 1958.. yada 1959... O zamanlar Karşıyaka'da sandalı olanların sayısı parmakla gösterilecek kadar az.. Sandal çok ama
çoğu balıkçı sandalı.. Şöyle bir hafta sonunda sandalla Bostanlı'ya doğru uzanmak için canımızı vermeye razıyız...Çünkü herkes bizi görünce havamız 1500 olacak...Bütün arkadaşlar etrafımızda pervane olacak.. sözün kısası büyük hayal..

Rahmetli peder çok becerikli idi. Elinden her şey gelirdi. Birgün dükkanda otururken..Baba..bi sandal alalım mı? deyiverdim.
Gözlerimin tam içine uzun uzun baktı.. Salih bi sandal kaçpara biliyormusun dedi...Devir fakirlik devri...millet ekmek parasını zor buluyor...Salih babasından sandal istiyor.. Olacak şey değil...

Aradan 2-3 gün geçti.. Söylediklerim.. babamın aklından çıkmamış olmalı ki..
Salih dedi.. Git 4 kardeşlerden 10 tane şeker çuvalı al gel...parasını babam verecek de...O zamanlar babaların lafına..
laf mı konur?.. Ben bir yandan 4 kardeşlere gidiyorum.. bir taraftan da kendi kendime...ne olur bu 10 tane şeker çuvalından.. diye soruyorum...1960'larda şeker çuvalı her derdin devası.. Denize gideceksen. .çadırlar şeker çuvalından.. arabaya kılıf dikeceksen.. şeker çuvalından... Hatta yerine göre perdeler bile şeker çuvalından yapılırdı...
neyse...Ben konuşa konuşa.. aldım geldim 10 tane şeker çuvalını...Babam ben gelince.. Salih, ben Şayeste Sokaktaki marangoz Kadri amcana (Özdurak) gidiyorum, hemen dönerim dedi gitti...aradan 15 dakika geçmeden babam bir kucak kereste ile birlikte geri döndü.. mutluluğunu gözlerinden anladım...Salih dedi.. c yarın pazar.. bu akşamdan.. şeker çuvallarına bezir yağını çektik mi? omurgayı da çattık mı?...Geriye kalır, bezir sürdüğümüz çuvalları yağlı boya ile 2 kat boyamak.. neresinden bakarsan bak...senin bot 3-4 gün sonra hazır....

Bu hiç aklıma gelmemişti.. Demek bütün hazırlıklar benim içindi...Hayatımın belki de en uzun 3-4 günü idi.. O günler
geçmek bilmedi. Ama..4 gün sonra Salih'in artık şeker çuvalından yapılmış bir botu vardı.. üstelik ortasında bir yelken direği... Şeker çuvalından yapılma bir de yelkeni.... Kürekler zaten evde hazırdı....

Sanıyorum.. Temmuz başları idi..O sıcak gecenin sabahında.. Nasıl giyindim.. nasıl kahvaltı yaptım...hatırlamıyorum..
sabahın 9'unda sokaklarda bir arkadaşımı arıyordum...Ama kim olursa olsun.. yardım edecek.. heyecanımı paylaşacak birisi lazımdı... Çok da şanşlıydım ki.. daha bizim sokağın köşesini döner dönmez...Karşıma Cengiz Eriç çıktı...
Daha günaydın bile demeden. .Cengiz bot yaptık...tam 4 metre...varmısın denize atalım...Tanrı Cengiz'i zaten macera
çocuğu olarak yaratmıştı.. Hiç itiraz etmedi..."Varım" dedi...O kadar...Bizim evden botu kucaklayıp.. sahildeki dar kumsala
oradan da.. Denize atmamız 20 dakika bile sürmedi...Cengiz bana baktı.. ben Cengiz'e...meret, kuğu gibi süzülüyordu..
körfezin sularında...üstümüzdekileri çıkarıp..bi güzel dürüp başaltına yerleştirdik.. İkimiz de O yıl 19 mayıs törenleri
için diktirdiğimiz kara şortlarla kendimizi kaptan gibi görüyorduk...Atladık bota...Önce popomuzu sağa sola sallayıp
botun dengesine baktık.".Cillop" gibiydi...Cengiz önde.. ben arkada.." Çek küreği güzelim.. uzanalım.. Göksu'ya " şarkısı
eşliğinde 15 dakikada.. vardık Bostanlıya....Oradan Kör İsmail'in lokantasına....Tek derdimiz.. sahilden bakıp da bizi gören kimsenin olmamasıydı...

Deniz pırıl pırıldı.. üstelik süt limandı...Cengiz'le göz göze geldik...
- Varmısın Cengiz bi İnciraltı  yapalım.. dedim...Daha laf ağzımdan çıkar çıkmaz.. Cengiz çevirdi botun yönünü İnciraltına...
O gün dünyanın en mutlu 2 kişisi.. bizim bez botta idi... Neşeyle...  keyifle... şarkılarla.. Karaçamuru geçip, İnciraltına varmak bir saat bile sürmedi...Ama bakın ki...Hafta ortası olduğundan...sahilde in..cin.. top oynuyordu... Bizim.. bizi görecek.. iç geçirecek birilerine ihtiyacımız vardı...Rotamızı çevirdik Konak yönüne...asıldık küreklere....tam Güzelyalı açıklarına gelmiştik ki.. Bir de ne görelim...Dev bir Amerikan Uçak Gemisi...Karşımızda 20 katlı apartman gibi durmuyormu?
-Hadi Cengiz şunun etrafını turlayalım.. dedim...Hem seyrediyoruz.. hem turluyoruz.. Ana..bir de baktık.. gemi personelinin
yarısı, ellerinde fotoğraf makinaları.. film makinaları...bizi çekiyorlar...Herhalde bizi doncuk görünce bir ilkel İnka kabilesi vatandaşına benzettiler derken....Sahil Güvenlik botunun anonsunu duyduk...

"Bottakiler...Gemiden uzaklaş.." "Bottakiler...Gemiden uzaklaş.. "

Bu sefer yeni rotamız Konak'tı...aheste.. aheste.  .kürek çekip.. etrafı seyrediyorduk.. vakit nerede ise öğleyi bulmuştu..
Tam tiyatro binasını geçip.. Konağa yaklaşırken.. bir de baktık.. Sütlüce vapurunun kalkış zilleri çalıyor...
Cengiz: Hadi Salih, asıl küreklere yarışalım demez mi? Olacak şey mi bu..botla gemi yarışırmı?..
Cengiz: Hadi Salih.. hadi demeye devam edince.. var gücümüzle asılmaya başladık küreklere. .Gemi tamyol vermeden bir
süre yan yana gittik...Cengiz bütün gücüyle asılıyordu küreklere ama nafile...işin kötü tarafı geminin sol tarafında oturanlar
bizi görmüş.. herkes bizi izliyor.. hatta bazıları alkışlıyordu... Derkeeeennnn. .bak kaderin cilvesine...bir eşek imbatı başlamasın mı?...Hemen fırladım...yelkeni açtım..ipini çeker çekmez...bizim bot sanki kuş oldu uçuyor...
imbat sertleştikçe.. kuş uçuyor ama...omurgadan da çatır çutur.. sesler geliyor....
Cengiz dedim; Omurgadan sesler geliyor...Cengiz'den cevap; Bırakma ipi Salih kırılırsa.. kırılsın.. batarsa.. batsın..
Allahaşkına bırakma....

Ben Cengizle cebelleşirken... geldik mi.. Sütlüce ile yan yana...Bütün yolcular toplandı geminin soluna...bizi seyrediyor..
biz keyiften 4 köşe...Bot önündeki suyu öylesine yarıyor ki...sanki sürat motoru....
Yarış. .Karşıyaka'ya kadar sürdü...Sütlüce; yarışı burun farkıyla kazandı...Biz de gönüllerin birincisi olduk.. Çünkü... gemiden öyle bir alkış koptu ki bizim için...aradan 46 yıl geçti...Cengiz'le biz hala duyarız O alkışı....

Masal bitti... Ama inanın Salih bunları bana anlatmadı... birkez daha yaşadı... anılarını.... Bana da yaşattı... sonra döndü... Erdal; Bunları Anlatmadı mı Cengiz sana...Bunlar unutulacak anılarmı?..".Sorarım ben Cengiz'e" dedi

Erdal ÖNAL 14 Ekim 2008

Hiç yorum yok: