20 Kasım 2012 Salı

Nenemsuyu

Yazlığımızdaki şeftali ağacının gölgesinde, 2 kardeşin, 32 yıl önce kaybettikleri anneleri ile 60 yıl önce kaybettikleri babalarıyla ilgili anılarına kulak verdiğimde önce pek ilgimi çekmedi, ama dinledikçe sarmaya başladı beni anılar… Kim ne derse desin, değiştiremez düşüncelerimi, eskiler günümüzün insanlarına göre çok daha düşkünmüş keyiflerine. Anne tarafından dedem Mehmet Ali Gözüm 1940’lı yıllarda Söke Belediyesinde çalışırmış… Çiçeğe, ağaca düşkünlüğü anlatılır durur bizim evlerde… Savaş yıllarında 5 çocuklu aile olduğu için verilen 35 kilo şekerin 25 kilosunu satar… Hollanda’dan lale soğanı ile ağaç fidesi getirtmek için harcarmış… Şimdi o yılları hatırlayanlardan çok duydum “Söke parkı güzelliğini Mehmet Ali Efendiye borçlu” diye… Şimdilerde bizim aileden kim Söke’ye gitse, işini-ziyaretlerini bitirdikten sonra Parka göz atmadan dönmez Karşıyaka’ya… Çünkü Parkta kahve içerken seyrettiğimiz çiçeklerde… Ağaçlarda… Hep dedemizi ninemizi görürüz biz hala… İşte O yıllarda, ninem ile dedemin 5 lira kira ile oturdukları dere kenarındaki evlerinde bir imbikleri varmış… Dedem her yıl Nisan-Mayıs aylarında Isparta’dan taze gül yaprağı ile Nazilli’den portakal-turunç çiçeği getirtirmiş, o yılların bütün ulaşım zorluklarına rağmen… O imbikte, gül yapraklarından gül yağı-gülsuyu… Portakal-turunç çiçeklerinden de çiçek suyu çıkarırlarmış… Elde edilen yarım fincan kadar gül yağını, Sabiha ninem her banyodan sonra kulak arkalarına, boynuna sürermiş parfüm niyetine… Çok da idareli kullandığından bir sonraki yılın mahsulüne kadar idare edermiş yarım fincan gülyağını… Gülsuyunu da bayramlarda, mevlitlerde misafirlerine ikram edermiş, kolonya niyetine… O yıllarda Sabiha ninemin her sabah 3-5 misafiri olurmuş sabah kahvesine, ninemin bir kahve selesi varmış herkesi kıskandıran, 1,5 ayda işlemiş ninem o selenin örtüsünün nakışlarını, hokkalarını da İzmir’den özel olarak getirtmiş… Misafirler geldiğinde sele özenle kaminotanın yanına yerleştirilir… Misafirlerin kahveleri tek kişilik cezvede, tek tek pişirilerek ikram edilirmiş… Pişen kahvenin sahibi “Benimki, mercanköşklü oluvesin Sabiha ablacım” derse ninem yanındaki mercanköşk saksısından 1 dal koparıp, kahvenin içine 3-4 defa daldırarak ikram edermiş… Her kahveden sonra terleyen su küpünden doldurulan bir bardak su, kahve kadar keyif verirmiş misafirlere… Çünkü; suyu buz gibi soğuk tutan küpün içindeki su Şarlak’ın yakınındaki bir kaynaktan doldurulurmuş… Kaynağın adı da NENEMSUYU’ymuş. Ninem su küpünün içine bazen yarım fincan gülsuyu… Bazen de yarım fincan çiçeksuyu dökermiş… Kahve öncesinde içilen nenemsuyu kahve kadar hora geçermiş… Sabiha ninem son kahveyi kendine pişirir… Nenemsuyu’nu içtikten sonra, iki elinin parmaklarını kenetler… Başparmaklarını şakaklarının iki tarafına gelecek şekilde ellerini başına götürür, şapka siperliği işlevi yapan elleriyle kahve fincanının üzerine kapandıktan sonra 2 defa derin nefes alır, sonra da “Ohhh… Başımın bütün ağrısını aldı bu mis gibi kahve kokusu” diyerek kahvesini içmeye başlarmış… Henüz evlere şehir suyu verilmediği için tüm su ihtiyacı sokak çeşmelerinden karşılanan, evlerde elektrik olmadığı için akşamları lamba ışıklarında geçirilen, ekmeğin, şekerin, çayın karne ile verildiği fakirliğin dizboyu olduğu 1940’lı yıllarda küçük şeylerden mutluluk yaratan bu insanları kıskanmamak mümkün mü? NOT; Yazıda adı geçen Şarlak, şimdiki yıllarda Söke Çimento fabrikasının karşısına gelen 15-20 metrelik bir mini çağlayan… Tabii şimdi yerinde yeller esiyor…

Erdal Önal-Eylül- 2012

Hiç yorum yok: