20 Kasım 2007 Salı

ŞAYESTE SOKAK

Necat KUYMULU
Oktay Akbal bir köşe yazısında “Özlemdir geçmişi güzelleştiren” diyordu. Tamamen katılıyorum. Yazar’ın bu cümlede sözkonusu ettiği “geçmiş” hiç kuşkusuz çok boyutlu bir kavram. Bence ilk boyutu , masum,duyguları saf ,tertemiz ama bir o kadar da meraklı gözlemci çocukluğumuz. Diğer boyutu çocukluğumuzu yaşadığımız yıllar ya da zaman dilimi. Ve bir boyutu da çocukluk yıllarımızı kapsayan zamanın geçtiği yer ,yani coğrafi ve sosyal ortamdır. Ozan, “Zaman olur ki hayâli cihan değer” derken, işaret ettiği de , işte bu geçmiş ve bir daha yaşanmayacak olan zaman ve mekana olan özlemdir. Sanırım herkes için, ister Anadolu’nun bir köyünde , ister İstanbul’un eski bir semtinde, ister Karşıyaka’nın bir sokağında yaşanmış olsun, işte o yer ve o yer özelinde yaşanan çocukluk günlerinin anılarıdır dünyaya bedel olan…

Benim çocukluğumun geçtiği yıllar 1940’ların sonları ile 1950’lerin başları ve yer de Karşıyaka’nın şimdilerde adı bile esirgenmiş o güzelim ŞÂYESTE sokağıdır. Bu yazıyı kaleme almadan önce bir kez daha geçtim sokağımdan, evimizin bulunduğu yerdeki apartmanın zemininde yeğenim Levent’in eşarpçı dükkanının önünde durup bir kez daha baktım, bugünlere ne kalmış diye. Kimsenin ondan alıp yok edemiyeceği, mevsimler yaşandığı sürece var olacak olan, insanın içini ısıtan, mutluluk veren kış güneşi yerliyerindeydi ! Evet benim çocukluk yıllarımda, bu aylarda (yani kış aylarında) işte o kış güneşi Şâyeste sokağında bir başka güzel olurdu.. Farkına varmış olanlar bilirler, bizim evin bulunduğu noktadan çarşı yönüne bakıldığında çarşı camii’nin o yıllardaki minik minaresi üzerinden Çatalkaya görülürdü. (Artık yüksek binalar nedeniyle görülmüyor.)
Orası güneybatıdır. Kış güneşi insanı o yönden ısıtır, ılık lodos yönlü rüzgarlar o yönden eser, yelli yağmur o yönden camlarımıza vurur, yazın imbat o yönden eser, bizi serinletirdi. . Aynı noktadan sokağın diğer yönüne bakıldığında ise çocuk yuvasının ulu ağaçları üzerinden Karşıyaka’nın simgelerinden biri, Yamanlar görünürdü. Neyse ki bu görüntü, bir teselli ödülü gibi bugün de yaşıyor.. Çocukluk yıllarımda, Şâyeste sokağının zemini büyük kesme taşlarla döşenmiş, iki yanında küçük kareli plakalarla kaplı muntazam kaldırımları vardı. Sokağın her iki yanında, iki ya da tek katlı binalar sıralanırdı. Çarşıdan girildiğinde bitişik nizam binaların hemen hepsinin zemin katları dükkandı. Fotografçı, çerezci, ayakkabıcı, ayakkabı tamircisi, saatçı, berber, sobacı-tenekeci, nalbur, kadın berberi, marangoz, tuhafiyeci dükkanları. Sola sapan Zafer sineması sokağının köşesinde Hristo’nun kuru temizleme –boyama atelyesi vardı , Bu bölümünden sonra halâ varlığını koruyan birkaç tek katlı dükkanın ardından, sokağın sonuna dek çoğu bahçeli, bir kısmı balkonlu evler sıralanırdı Bizim ev Şâyeste sokağını Arabacılar sokağına bağlayan ilk sokağın köşesinde ,giriş kapısı ve küçük bahçesi Şâyeste sokağı tarafında olan iki katlı bir evdi..Salonumuzun bahçeye ve bahçe üzerinden sokağa bakan penceresi de güneybatıya baktığından evin en ışıklı, sıcak ve keyifli köşesiydi , buradan Şâyeste sokağı Hristo’nun köşesine kadar çok güzel görülürdü… İşte çocukluğumun Şâyeste sokağının seslerinin ve yüzlerinin çoğunu, bu pencereden “benim pencereden” fark etmiş , kendi bakış açımdan gözlemlemişim…


Burada öncelikle şunu belirtmem gerekir ; O yıllarda (Özellikle 1952-1953 lere kadar) Karşıyaka’da şehir uğultusu, trafik gürültüsü, bilhassa motosiklet ve klakson sesleri gibi sesler yoktu...Bu nedenle sokağın ve Karşıyaka’nın sesleri çok net duyulurdu… Kemalpaşa caddesinden vapur saatlerine yakın geçen bir-iki belediye otobüsüyle , nadiren geçen arabaların dışında sürekli ses olmazdı.. Zaten Karşıyaka’da sayılacak kadar az özel otomobil vardı ve sahiplerini de herkes tanırdı. Örneğin Dr.Lebit Yurtoğlu’nun 49 siyah Ford’unu , kereste tüccarı Eyüp Köknar’ın Cadillac’ını benim kuşağımdaki bütün çocuklar bilirdi....

Şâyeste sokağında yankılanan seslerin başında, vapur düdüğü sesleri gelirdi... İskeleye yaklaşan ya da hareket eden vapurların düdük seslerinden Güzel İzmir mi? 9 Eylül mü? Bayraklı mı? veya ikizlerden biri Sur ya da Efes mi? hemen bilirdim.(Diğer ikizler Selçuk ve Bergama daha sonra geldiler)

Bildik seslerden biri de Karşıyaka Tren İstasyonundan gelen Şimendifer düdüğü sesleriydi. Kocaman lokomotifli,şık vagonlu Ankara treninin düdük sesi , banliyö trenlerininkinden hemen ayırdedilirdi. Sesleri kısılmış gibi çıkan yorgun marşandizlerin sesleri başkaydı. Trenler Karşıyaka istasyonundan, İzmir yönüne ayrıldıktan az sonra çocuk yuvası yakınındaki hemzemin geçidindeki tan-tanların sesi duyulur ve tekerleklerin raylarda çıkardığı sesler Şâyeste sokağını kaplardı. Yük trenleri geçerken evler hafifçe sallandığından, bazen deprem zannıyla irkilir hemen kulak kabartır ve duyulan tren tekerlek sesleriyle rahatlardım.. Evde bu durumu hissedenler birbirlerine belli etmemeye özen gösterirdi… Artık Karşıyaka’da bu seslerin hiç duyulmayacak olduğunu düşündükçe nedense içimi bir hüzün kaplıyor..

Çocukluğumun Şâyeste sokağına gelen en güzel seslerden biri de Çarşı Camii’nin minik minaresinin şerefesinden yükselen ezan sesleriydi. Özellikle sabah ezanı ..Sonraları sabâhi makamından olduğunu öğrendiğim sabah ezanı doğal insan sesiyle sıcak yatağımda beni sarar, huzur verir, duygulandırırdı.. Son yıllarda camilerden yükselen yüksek volümlü ezan seslerinin daha güçlü, ama çocukluğumda dinlediğim ezan seslerinden daha az etkileyici olduğunu hep düşünmüşümdür. Bunun yanında Pazar sabahları ve bazı özel günlerde kilise sokağındaki Sent Helen katolik kilisesinin çan sesleri de duyulurdu.. Ama 1950 lerden sonra dinin politikaya alet edilmesi eğimleri artınca , 1951 de ilkokullara mecburi din dersi konulmasının yanında , çan sesleri de yasaklandı, duyulmaz oldu..Buna koşut olarak komşularımız olan Levanten aileleler zamanla mahallemizden ayrıldılar. Bir kısmı Avusturalya’ya ,Musevi ailelerin bir kısmı da İsrail’e göçtüler..

O yıllarda Şâyeste sokağı , çocuk yuvasının ötesindeki mahalleleri Çarşıya ve vapur iskelesine ve de sahile bağlayan en kestirme yoldu.Bu nedenle İtfaiyenin güzergahı da bizim sokaktı;..Kıpkırmızı ve kocaman itfaiye aracı, üstündeki çiftkatlı merdiveniyle, çan seslerine karışan homurtusuyla demiryolu tarafından sokağa daldığında , büyükler “kaçın çocuklar itfaiye geliyor” cümlesini daha tamamlayamadan ödüm patlamış halde soluğu evin bahçesinde alırdım.. Parmaklıkların arasından pırıl pırıl sarı pirinçten iri çanı hararetle çalan itfaiye reisini ve aracın üstünde yine pırıl pırıl miğferli ve gri üniformalı, kalın deri palaskalı itfaiyecileriyle telaş içinde ve sür’atle çarşı yönüne geçen aracı merakla izlerdim..

Çocuk yuvasının ötesinde o yıllarda Karşıyaka’nın atardamarı Kız Muallim Mektebi, sonraki yıllarda da Karşıyaka Lisesi vardı. Öğrencilerin ve öğretmenlerin önemli bir kısmının yolu da bizim sokaktı.Geçenlerin hepsi kravatlı, çoğu takım elbiseli çantalı abiler ve içlerinde beyaz yakalı siyah önlük ,mantolu ya da hırkalı ablalara hayranlık ve gıpta ile bakardım. Özellikle cumartesi öğlenleri hafta tatiline girildiğinde ikili üçlü guruplar halinde neş’e içinde söyleşerek,gülüşerek evimizin önünden geçişleri hep gözlerimin önündedir.(Yıllar sonra onların okuduğu sınıflarda ve sıralarda ben de okuma şansını yakaladığım için mutluyum.)

Karşıyaka Lisesine ait bir başka güzel sesin kaynağı da, o yıllarda Lisenin meşhur izci trampet takımıydı. Milli bayramlarda geçit resmine katılmak üzere Şâyeste sokağımıza demiryolu tarafından girdiklerinde uzaktan duyulan trampet sesleriyle deliye döner, hemen sokağa fırlar, şef trampetin “şuna bak” ya da “ sarı kız” gibi komutlarıyla coşku içinde çeşitlemeler yapan trampet takımına çarşıya kadar, mahallenin bütün çocuklarıyla birlikte eşlik ederdim.
Bir de her gün duyulan Şâyeste sokağına özgü bir ses vardı. Hristo’nun temizleme-boyama atelyesinin çatısındaki vapur düdüğüne benzer paydos – işbaşı borusunun sesi....
Buhar kazanlarından gelen enerjiyle çalışan boru her gün öğlen saat tam 12 de öter öğle paydosunu bildirirdi.. Bunun benim için anlamı, babamın çarşıda Sakıpağa’nın yoğurtçu- peynirci dükkanına bitişik berber dükkanımızdan az sonra öğle yemeği için eve geleceğini haber vermesiydi…Oyuna hemen son verilir , eller yıkanır ve babamızın gelmesi beklenirdi…

Yine aynı yönden zaman zaman gelen eşsiz bir ses vardı..Bir trompet sesi.. Bu bazen bir melodi , bazen bir temrin olurdu. Trompet sesi geldiğinde ablam hemen kulak kabartır bana da işaret eder birlikte kulak kesilirdik. Ardından ekler,” Muvaffak gelmiş” derdi..Hiç görmediğim ama trompetiyle anılarımda yer tutan Muvaffak abiler Hristo’nun atelyesinin karşı çaprazında otururlardı... Yıllar sonra o seslerin yaratıcısının dünyaca ünlü caz san’atçısı Muvaffak Falay olduğunu öğrenecektim.

İlkokula 1948 yılında (Ankara İlkokulu’nda) başladım.Okula başlayıncaya kadar , diğer çocuklar gibi ve onlarla birlikte sokakta oynadım..Yani, kimi insanî duygularla da yine Şâyeste sokağında tanıştım;.. O yıllar 2.dünya savaşının bitiminden sonraki, ama darlıkların halâ sürdüğü yıllardı. Yeni elbise ya da ayakkabı gibi ihtiyaçlar özellikle bayramlarda karşılanır,çocuklar sevindirilirdi.Böyle bir bayram arefesinde alınan, bir çift siyah rugan ayakkabımı hiç unutamam;. Arefe günü yeni ayakkabılarımı giymiş sokakta caka satıyordum. (“Arefe böceği bok böceği” tekerlemesi herhalde çocuklar tarafından böyle durumlar için üretilmiş olmalı...) Bir süre sonra, Uğur’la abisi Ali (Berman) beni arka bahçelerindeki sürprizi göstermeye çağırdılar.Ama göreceğim şeyin sürpriz olması için gözlerimi bağlamayı da ihmal etmediler. Tahmin edebileceğiniz gibi arka bahçeye giden dar yolda bir çukura basmamla, gözümdeki bağı çıkarmam bir olsa da, siyah rugan ayakkabımla içi su-çamur dolu çukura bastırılacağımı anlamakta geç kalmıştım..Arkadaşlarım sonradan pişman olsalar da “haset duygularına” yenilmişlerdi. Benim öfke dolu ağlama sesimle, onların alaycı gülüşmeleri birbirine karışırken Ülfet teyze (anneleri) bahçeye fırlamış olaya el koymuştu. Bir taraftan onları paylarken, öte yandan beni teskin etmiş, ayakkabımı yıkayıp, paklayıp, gönlümü almıştı.“Haset”,”pişmanlık”,”öfke”,”nefret”,”gönül alma” gibi duyguların iç içe geçtiği bu olayı hiç unutmadım…

İlk hayal kırıklığımı da ;..
O güne kadar bizim evde öyle bir kutlama hiç yapılmadığından daha önce hiç yaşgünü armağanı almamıştım.Benden birkaç yaş büyük olan Atilla abi’ler evimizin karşı çaprazında bahçeli bir evde otururlardı. Birgün ben oralarda oynarken, bahçe kapısında göründü..Elinde renkli kağıtla paketlenmiş,kırmızı kurdeleli bir kutu vardı.Beni çağırdı ve mütebessim bir yüzle , “Bugün senin yaş günün , kutlarım” diyerek,kutuyu uzattı. Şaşkın ama sevinçli, kutuyu aldım, koşarak eve geldim.İçinde pasta olmalıydı., telaşla açtım.. At pislikleriyle karşılaşınca donup kalmıştım.. Bende unutamıyacağım ilk hayalkırıklığına neden olacağını düşünseydi, yine o kutuyu verirmiydi,bilemiyorum.. Bu hınzırca at şakasını hazırlayan Atilla abi de, şimdilerde pek ünlü biri olan Sinema eleştirmeni-Mimar Atilla Dorsay’dan başkası değildi.
Çocukluğumda,(belki evlerde vantilatör bile bulunmadığından) yaz günleri sanki daha sıcak geçerdi..Özellikle 12 – 15 saatleri arası çarşıdan ve sokaklardan el ayak çekilir , adeta yaşam rölantiye alınırdı. Bizim evde de bu saatler büyüklerin sektirmediği öğle uykusuna çekilme (siesta) zamanıydı ve benim için felaket demekti. Zira annem bu saatlerde sokağa çıkmama izin vermez, beni zorla yatırırdı . Henüz okuma bilmiyorum,oyuncak yok, üstelik sessiz olma talimatı var,yani tam bir kâbus ! İşte beni,her gün bu sıkıntıdan kurtaran sihirli bir ses vardı :
“Çeekiiç heelva”..! Bu dodurmacı Emin efendinin sesiydi. Emin efendi , çocuk yuvası kapısının karşı çaprazındaki fırında barınır ve çalışırdı. Bu arada hergün yaptığı dövme dondurmayı saat 15 gibi satmaya çıkar ve ilk önce de Şâyeste sokağımızdan geçerdi. Artık, annem de kalkmama izin verir hatta bazı günler dondurma da alırdı..( Dondurmayı külaha koymaya yarayan pirinçten kalın kaşığa “çekiç “ denirdi , ya da ben öyle sanıyorum.)
İlkokul 1 den 2 ye geçtiğim yaz tatilinde ,Atlet mecmuasında çıraklığa başlayınca bu öğlen kâbuslarım da bitti..

Atlet mecmuasında çalışmaya başlamak demek,her sabah 8.40 vapuruyla konak’a geçmek demekti.. Şâyeste sokağının bence çok önemli bir yüzü olan Hafız Amca’nın kimliğinin ayırdına varmam da bu vesileyle oldu..; Hafız amca doğuştan görmezdi. Bizim sokakta çok mütevazi tek katlı bir evde otururlardı. Her sabah eşi koluna girer,Hafız amca’yı iskeleye kadar getirir, iskeledeki görevliler bir taraftan hatır sorarak ona yardımcı olurlardı.Hafız amca sırtında malzeme çantası,sağ elinde bastonu her gün Kemeraltı’nda Şekerci Ali Galip ile 1.Beyler arasında bir duvardibi olan işyerine gider “Çakmaklara benzin,çakmaklara taş” satardı.Çok uzun yıllar Kemeraltı’nın da bir sesi ve yüzü oldu.Onu tanıyan insanlar bir kör olan ama insanlık onurundan hiç ödün vermeden çalışarak evine ekmek götüren bir adam gibi adam olduğunu bilirlerdi.
(1970’lerin başları ; Aradan yaklaşık 24-25 yıl geçmiş.İzmir’de avukatlık yapıyorum,bürom da Konak’ta. Zaman zaman Kemeraltı’ndan Hafız amca’nın önünden geçiyorum, birşeyler alıyorum.Bir gün içimden esti, hatırını sordum onu çocukluğumdan beri tanıdığımı söyledim. Bana adımı sordu. Cevaben “Berber Mehmet’in küçük oğlu” oldumu söyledim.. Coşkuyla ve bütün sevecenliğiyle ellerime sarılarak : “ Sen Necat mısın ? ..Bildim bildim, sen 6.Mart.1942 doğumlu olansın, Nevzat’ın küçüğüsün “ dedi!. Hayretler içinde kalmıştım..Halâ, bu olayı hatırladıkça heyecanlanırım. İşte o zaman , ona neden “Hafız amca” denildiğinin farkına varmıştım…)

Yaz tatillerini okul günleri izledi. İlkokul süresince de her yaz Atlet mecmuasında çalıştım..Yani (Babamın öngörüsüyle) hayat okulunda pratik yaptım.
O yılların bence en önemli özelliği radyo yılları olmasıydı. O yıllarda çocukluğunu yaşıyanların kulakları , babalarımızın dikkatle dinlediği “Ajans” larla ve de “ Burası İstanbul radyosu, sayın dinleyiciler, şarkılar programına başlıyoruz. Bu programda Safiye Ayla’yı dinleyeceksiniz,saz arkadaşları Aleko Bacanos,Şükrü Tunar vs…”gibi anonslarla doludur.
O yıllarda bizim evdeki en değerli eşya da herhalde Philips marka lâmbalı radyomuzdu. Annemle babam Türk san’at musikisine çok meraklı insanlardı.Ablam da onların rahle-i tedrisinden (Gençlerin anlıyabileceği dille ; “Onların özgün eğitiminden”) geçmekle kalmamış, usul dersleri de almıştı.Demek istediğim o ki, ilkokul yıllarımda evimizde yoğunlukla alaturka musiki dinlenir, icra edilir ve yaşanırdı.. O nedenle, o yılların alaturka’sıyla benim kulaklarım belki de yaşıtlarımdan daha fazla doludur. Ancak, ablam, aynı zamanda batı müzüği de dinler, (özellikle Lâtin) bana da lâtin danslarını öğretirdi. Birlikte tango’lar,rumba’lar,samba’lar yapardık.

Ama benim “Şâyeste sokağından bir ses” diye nitelediğim, bir başka radyo sesi daha vardı: “Çocuk saati” . Karşı komşumuz olan Mine ablaların (Mine Ok) evinden her cumartesi öğle saatlerinde bu anonsun ardından,cıvıl cıvıl çocuk şarkıları, şiirler, skeçler taşardı sokağa … Anımsadıkça halâ içimi ışıtan bu sesler,tam da oyun saati olmasına rağmen zamanla beni de çekti radyo başına. Çocuklara yönelik bu radyo programlarının ne denli eğitici olduğunu, bu tür programları dinleyen ablaların,abilerin “okumak gibi!” “klasik müzik dinlemek gibi”, ”resim yapmak gibi” farklı alışkanlıkları olduğunu keşfettim,kendime ( potansiyelim elverdiği kadar ) onları örnek aldım.. ( Yolumun aydınlanmasına katkıları nedeniyle Mine’ye gönlüm hep sevgi ve minnet dolu oldu…Halâ da kardeşliğimiz devam etmektedir )

İlkokul yıllarımda önceleri ,Şâyeste sokağında yaz akşamları başka türlü yaşanırdı. Akşamüstü güneşin çekilmesine yakın, belediyenin arazözü geçer , önce sokağı bir güzel yıkar, ortalığı toprak kokusu kaplardı..Sonra , kendilerine,üst başlarına çekidüzen veren sokağın hanımları-ablaları kapı önlerine iskemlelerini çıkarır, ipliğe dizilmiş yasemin ya da yabani ful çiçeklerinden demetler, göğüslere ya da saçlara iliştirilir, geç saatlere kadar sohbetler edilirdi. Evlerine dönen beyler onları,nezaket içinde “ Akşam şerifleriniz hayırlar olsun” diye selamlar, hanımlar da “Hayırlı akşamlar olsun “ diye aynı incelikle yanıt verirlerdi. Levanten komşularımız da akşam yemeğinin ardından yürüyüşe çıktıklarında “ Bon soir” diye selamlarlar, oturanlar da aynı şekilde yanıt verirlerdi. Sokakta herkes birbirini tanırdı..Bizler,mahallenin çocukları da tadına doyulmaz , köşe kapmaca,kör ebe en çok da saklambaç oynar,evlerin bahçelerinde fink atardık.Kocaman akşamsafalarının altlarında saklanırdık. 50’li yılların başlarında trafik oluşmaya,sokaklar kalabalıklaşmaya başladı ve giderek arttı. Aynı oranda da kapı önü sohbetleri azaldı ve giderek kayboldu. İşte bu yıllar aynı zamanda Karşıyaka’nın ünlü yazlık sinemaları dönemine dönüşme yıllarıdır.Örneğin, bizim eve birkaç yüz metre mesafede dört yazlık sinema vardı; Çarşı camii’nin karşısında Melek, Arabacılar sokağında Gül, bizim sokağı Banka sokağına bağlayan sokakta Zafer ve yine Banka sokağında İpek sinemaları..Ve ben haftada 4 – 5 kez sinemadayım..(Değirmenin suyu nereden mi geliyordu? Atlet mecmuasından!…Aldığım 5 Lira haftalık, vapur öğrenci biletinin 5 kuruş olduğu düşünülürse iyi harçlıktı doğrusu…) Hali vakti yerinde olan ailelerin evlerine Frigider’lerin (Elektrikli buzdolabı ile eş anlama gelirdi ! ) ve pick up’ların girmeye başladığı yıllardı.Yazlık sinemaların da hepsi gramofondan ,pick up’a terfi etmişti.
Akşam üstü sinemalar açılınca önce yerler sulanır – süpürülür sonra da film saatine kadar dönemin 78’lik plakları çalınırdı..Ben, daha hava kararmadan sinemada güzel bir yer kapar, o günlerin moda plaklarını dinlerdim. “La comparsita”-“La paloma” lar , Şecaattin Tanyerli’nin seslendirdiği Türkçe tangolar ; “Sevdim bir genç kadını”-“Kemanımla sana bir ses verebilseydim eğer”- “Papatya gibisin beyaz ve ince” vb. Ama 1951-52 ‘lerde batı müziği formlarına yakın vals gibi ritimlerde alaturka besteleri ve kendine özgü ses rengiyle bir ses hepsinin önüne geçti.“Gözlerinin içine başka hayal girmesin,
bana ait çizgiler dikkat et silinmesin, koklamaya kıyamam,benim güzel manolyam.”

Artık Zeki Mürenli yıllar başlamıştı, ve tüm bu sesler Şâyeste Sokağında yankılanmaktaydı

Aynı aylarda, kendi hayallerine doğru yelken açmaya aday, liseden mezuniyet aşamasında olanlar, sanki bu yaşananlardan habersiz ya da umursamazmış gibi görünürlerdi…
Ergun Abi, bizim sokakta en sevdiğim abiydi. Benden sanırım 5-6 yaş büyük olmalıydı. Onun ailesi de bizimkiler gibi Selânik’ten 1925 de muhacir (göçmen) olarak gelmiş,Şâyeste sokakda iskân edilmişlerdi. Sarışın, mavi gözlü, dişlek ağzından hiç tebessüm eksik olmayan gır-gır biriydi. Bizim evin karşı çaprazında, şimdilerde Karşıyaka Devlet Tiyatrosu binasının bulunduğu yerde,üç tarafı bahçe olan iki katlı, ahşap balkonlu, büyük bir taş evde otururlardı. Yazın evin taş duvarlarını çatıya kadar sarmaşıklar sarardı… Çevrede, hep Ergun abinin iyi öğrenci olduğu konuşulurdu. Ama ben onu, biz küçükleri koruyup kolladığı ve erik zamanı bahçelerindeki papaz eriği ağaçlarından erik koparalım diye, demir bahçe kapısını aralayıp, ”Hadi yumulun” diyerek bahçeye aldığı için severdim. Bir yıl , (muhtemelen 1953) okullar kapanmış, yazlık sinemalar açılmış olmasına rağmen, yaklaşık 15-20 gün daha Ergun abi ve iki sınıf arkadaşı, gece serinliğinde evin balkonunda geç saatlere kadar ders çalışmaya devam ettiler! O zamanki aklımla, böyle haftalarca ve uzun saatler boyunca ders çalışmak bence inanılır gibi değildi.(Ama yıllar sonra, hukuk fakültesinde öğrenciyken böyle çalışmanın ne menem şey olduğunu çok iyi anladım!..). Meğer Ergun Abiler “Olgunlaşma sınavına “ hazırlanırlarmış.(O yıllarda liseden mezuniyet Olgunlaşma sınavında da başarılı olma koşuluna bağlıydı.) O yıl Ergun abi İTÜ sınavlarını da kazandı,ve gidiş o gidiş. .(İnş.Y.Müh. Ergun Varoğlu)..Kendisiyle yollarımız bir daha kesişmedi..Ama hiç de unutmadım..

1954’lerde, ortaokullu olmak,hele şubeden Karşıyaka Lisesine transfer olmak yaşamıma yepyeni bir kavram kattı; Spor… O dönemin ünlü sporcularını tanımak,onlara yakın olmak, kendimi farkettirmek isterdim hep.O ünlülerden biri de Şâyeste sokağımızda otururdu;
Çakır Erdoğan’ı sadece sokağımızda değil Karşıyaka’da büyük-küçük herkes severdi.
İri ve kalıplı vücudlu,kıvırcık sarı saçlı mavi gözlü Çakır abi,”benim pencere”nin altından geçerken, çoğu kez kendi kendine bir türkü tutturmuş olurdu.(Güzel kız gel yanıma-kanım kaynar kanına..)
Çakır abi,o yılların serbest stilde geçilmez yüzme şampiyonuydu…

Yine o yıllarda, içinde uzun,keyifli yıllar yaşadığım basketbol tutkusu girdi kanıma!.. Gördüğü her reklam panosuna ya da tabelasına sıçrayıp,değmeye çalışan bir yeni yetmeydim..
Ve yine “benim pencere” nin altından idollerimden biri geçerdi;.
Ekmel Abi... O da benden 4-5 yaş kadar büyük olmalıydı..Şâyeste sokağının bitiminde demiryolu kenarındaki evlerden birinde otururlardı..Ekmel abi Deniz Lisesine gitmişti.Yaz tatillerinde geldiğinde iki metreye yakın boyu, sırım gibi vücuduna oturan bembeyaz üniforması ve siyah siperlikli şapkasıyla, “benim pencere” nin altından bir kuğu gibi geçerdi. O yıllarda aynı zamanda Deniz Harp Okulunun cetin ceviz basketbol takımında oynardı.
( Birkaç yıl sonra Ekmel Abi, Galatasaray’lı merhum Özer Salnur (Baba Özer) ve Ünal Büyükaycan (Puşi Ünal) yani Karşıyaka kökenli Millilerle birlikte oynama keyfini ucundan yakaladım..) Ekmel Abi’ye o zaman da Amiral derlerdi. Hala da öyle diyorlar…
(Em.Kor Amiral Ekmel Totrakan) , (Bknz. Karşıyaka-Karşıyaka Sayı 2.Sayfa 31).

Çocukluğumun Şâyeste sokağından,anımsadıkça içimde hep üzüntü ve burukluk hissi uyandıran ve o akşama kadar hiç benzerini duymadığım ŞİDDETİN SESLERİYLE söyleşimi noktalayayım ;
1955 yılı sonbaharıydı. Herkesin uykuya çekildiği bir gece yarısı bağırışlar,nâralar ve şiddetli gürültü ile yataklarımızdan fırladık! Ne oluyordu ?

“Benim pencere” ye koşup baktığımızda,çarşı tarafında ellerinde meş’aleler kalabalık bir gurubun,Hristo’nun boyama- temizleme atelyesinin demir kepenklerine vurmakta olduğunu gördük. Demir kepenklere indirilen darbelerin gürültüsü, nâralara karışıyordu…Olayı yakından izleyip ne olduğunu anlamak istedim.Ama babam durumun vahametini sezdiğinden engelledi.. Hristo’nun atelyesini tahrip ediyorlardı.Kısa bir süre sonra atelye yanmaya başladı.
Karmaşa devam ediyordu. Atelyeyi kundaklayanlar sanki suç işliyor gibi değil de savaşıyor gibiydiler!. Derken itfaiye geldi. Yangın komşu dükkanlara yayılmadan kontrol altına alındı ve bir süre sonra da söndürüldü..O gurup da dağıldı ya da dağıtıldı..
Ertesi gün baktığımda, atelyenin yarı yanmış,çatısı kısmen çökmüş ,tahrip edilmiş hali hüzün vericiydi… Bir sonraki günün gazetelerinde İstanbul’da , tarihe 6-7 Eylül olayları olarak geçen büyük tahribatın fotografları ve haberleri yer alıyordu. Bu tarihi provakosyondan komşumuz Hristo ve aslına bakarsanız Şâyeste sokağının huzur ve barış ortamı da nasibini almıştı..O günden sonra Hristo’nun atelyesinin her öğlen duyulan paydos – işbaşı borusu bir daha hiç duyulmadı…

İşte çocukluğumun Şâyeste sokağı , benim gözümle ve “Benim pencere”den öyle bir yerdi..

Sözlerimin başında, benim işaret etmek istediğim de aslında ,  Carl Marx’ın ; “ Değişmeyen tek olgu , değişimin kendisidir Yaşamda ” sözlerine katılmaktan başka bir anlam taşımıyordu... Aynen Yeni Türkü’nün şarkısındaki gibi:”Biz büyüdük, değişti dünya”.
İşte yıllar, bizler ve Karşıyaka değiştikçe, herkesin başka bir sevgili Karşıyaka’sı, her neslin anımsadıkça içini titreten başka güzel bir Karşıyaka’sı olduğu gerçeği ortaya çıkıyor...Ama yine de bir ortak paydamız var. Yaşatmaya ve paylaştıkça çoğaltmaya çalıştığımız Karşıyaka sevgisi…


3 yorum:

Adsız dedi ki...

Yazınızı keyifle okudum ellerinize sağlık. Dedeminde bahsinin geçtiği çok güzel bir yazı olmuş (Eyüp Köknar)
Sevgili Babamız Eyüp Köknar'ın ortanca oğlu Emre Şaban Köknar'ı 5 Ekim'de kaybettik. Umarım karşıyaka hikayelerinizi yazmaya devam edersiniz, bizde zevkle okuruz. Sevgiler.
Gizem Köknar.

Adsız dedi ki...

Evet Necat kardeşim. Eski hatıralar herzaman beynımizin bir köşesinde yıllar sanki hiç eskitmemiş gibi taptaze kalıyor. Ben senin gibi kökten bir Karşıyakalı olmasamda 1960 larda başlayan hatıralarımla, bir kısmında seninde yer aldığın, eski günleri her zaman tatlı bir mutlulukla anıyorum. Yazında beni 1950 lere götürdün ve Karşıyaka resmimi tamamlamama yardımcı oldun, teşekkürler.
Erdoğan Bele

İmbatyakamoz dedi ki...

Şu an 75 yaşındayım. Hafızam ihanet etmek üzere, öyle hissediyorum. Bayram sohbetinde konuklarım avukatlardan adaletin adaletsizliğinden konuşuyor. Avukata verilen paralar, haksız yere verilen hükümler vs. vs...
Hiç unutmadığım bir olayı anlattım onlara ve unutmamın mümkün olmadığı bir İNSAN ı, bunca yıl sonra hala ismini bir çırpıda hatırlamama şaşırdım.
Unutsam kendimi af etmezdim...
Mutlu bir aile iken birden kara bulutlar çöktü ailemin üzerine. 1976 yılı içerisinde dada bir kaç yıl önce beyin kanaması geçirip mucize eseri kurtulan iyileşip askere giden kardeşim, henüz bir kaç ay teskeresini aldıktan sonra trafik kazasında öldü. Ailemde (bence) felaketler arka arkaya gelmeye başladı ablamın midesinin dörtte üçünü aldılar. büyük abim akşamcıydı, alkolik oldu. art arda bir çok olumsuzluklar hepimizi perişan etti.
Aynı yıl benim büyüğüm rahmetli ağabeyim 9 çocuklu kırsalda bahçemizde yaşıyordu. inşiatlar da ustalık yaparak geçimini sağlıyordu.
Akşam işten çıkıp evine giderken akşamın alaca karanlığında on kişiden fazla adamın ağaçların arkasına saklanarak pusu kurduklarını ''Biraz uzakta hayvanlarını otlatan kadın görüyor'' Abime taşla sopalarla saldırıyorlar. Şehir dışında oturduğu için bulundurduğunu söylediği silahını kullanıyor. Birisi maalesef ölüyor biri yaralı dağılıyorlar..
Ben sözde ayakta durabilen tek kişiyim annem babam yaşlı, ağabeyim alkolik. Adamlarda kan davası geleneklerinde var, En yakınlarımız bile sırt çevirdiği günler yaşadık selam vermeye bile korkuyorlar
Büyük abim Selçuk ta oturuyor geldi bir avukat arkadaş var ben konuştum davaya bakacak dedi. bir adres verdi. git konuş dedi TRT de basket maçlarını anlatıyor .. Yazıhanesi İzmir konakta..
Adı Nejat KUYMULU uzun boylu yakışıklı bir delikanlı benden birkaç yaş büyük.
Ben bir fabrikada çalışıyorum yeni evliyim bir yaşında kızım oğlum doğmak üzere evim kira ağabeyimin 9 çocuklu (en büyüğü 14 yaşında)ailesine İzmir e kiralık ev bulamadım bir camiinin bodrumunda bir yer ayarladım yerleştirdim. Onların bakımlarını üslendim.
Nejat bey sorular sordu ben kaçmak için fırsat kolluyorum Değil böyle çok yönlü, ünlü iyi bir avukata ucuz bir avukata bile verecek param yok.
Kısaca anlattım param yok dedim.
-Sana para soran oldu mu? dedi..
-Sen merak etme bak işine kendini koru dedi..
Bu hayatta karşılaştığım en.. en.. en.. ilkti..
Cezaevine birlikte çok gittik ona da moral ve güven verdi...
Hatta bir gün harçlığın var mı diye sordu... unutmam mümkün değil..
Ağabeyim 18 yıl ceza yedi.. Oysa ki; avukat arkadaşları duruşma salonunu doldurmuşlar uzun yıllardır bir ''Nevsi-mudafa'' ya şahit olacaktı.
Nejat bey karara isyan etti.
-Böyle adalet olmaz olsun cübbemden utanıyorum dedi olay oldu .. arkadaşları götürüp teselli ettiler. Benim kadar üzülmüştü...Kendi derdimin peşinden gittim, bir teşekkür bile edemedim
. Bu uzun yaşamımda Nejat KUYMULU gibi delikanlısına rastlamadım
İnşallah şu anda sağlıktadır mutudur. .Ne mutlu onu yetiştirenlere ne mutlu ailesine.
.