10 Şubat 2008 Pazar

1930 lu yıllar Karşıyakası

Bu yazı Sayın Ertuğrul Erol ERGİR ağabeyimizin “ Unutamadığım Karşıyakam Ve İzmirim” kitabından alınmıştır. Anılarını bizlerle paylaştığı için teşekkür ederiz. Biz 1960 ‘lı yılların özlemi ile yanıp tutuşurken, ERGİR ağabeyimizin anıları aldı bizi 1930’lara atıverdi.. Meğer Karşıyaka O yıllarda daha doyumsuz imiş.

Ertuğrul Erol ERGİR

İlkokulda sınıfa girer girmez sıralarımıza otururduk. Öğretmenimizin gelip bize "Günaydın !" demesiyle birlikte ayağa kalkar ve hep birlikte : "Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam ; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak ve yurdumu, ulusumu canımdan çok sevmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun !" diye inançla haykırır, sonra da derslerimize başlardık.

Atamızı kaybettiğimiz yıl sekiz yaşındaydım. Bilgim kısıtlıydı. Öğretmenlerimin, ailemin ve tüm insanların üzüntü ve hıçkırıkları bana müthiş bir insanı kaybettiğimizi öğretmeye yetmişti.

O yıllarda öğretmenlerimizin bizleri medeni birer batılı insan olarak yetiştirmek için sarfettikleri çaba hiç bir zaman aklımdan çıkmamıştır. Müdürümüz, öğretmenlerimiz her an yanımızdaydılar. Ne zaman dinlenirlerdi? Bilemiyorum. Hepsi savaşan birer asker gibiydi. Hergün saçlarımızın, kulaklarımızın, dişlerimizin, ellerimizin temiz olup olmadığını kontrol ederlerdi. Kız öğrenciler dikiş dikmesini, çamaşır yıkamasını, ütü yapmasını öğrenirlerken biz erkek öğrenciler de onlara yardımcı olurduk. Kovayla su taşırdık. Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulunun bahçesinde mevsim sebzelerini yetiştirirdik. Öğretmenlerimiz hepimizin diktiklerine nasıl baktığımızı gözlerlerdi. Toprağı kabartmamızı, kuru yaprakları atmamızı bize öğretirlerdi. Okulumuzun bahçesinde İstiklal Marşımızı okurken öğretmenlerimizle birlikte müthiş bir heyecan duyardık.

Karşıyakamızın polis karakolu vapur iskelesinin altında küçücük bir odaydı. Orada çalışan iki polisin hiçbir olay olmadığından uyuklayıp durduklarını hep hatırlarım.

Çocukluk ve gençlik yıllarımda bir vapurda, bir trende veya bir otobüste oturarak seyahat ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Kimse bizi zorlamazdı. Ama bir büyüğümüzü görünce hemen ayağa kalkar yerimizi verirdik. Bu bir adet ve gelenekti. Uymamamız olanaksızdı.

Tüm ilk, orta ve lise hayatımda tam bir yaz tatili yaptığımı hiç hatırlamıyorum. Yaz aylarında ya çırak, ya tezgahtar, ya da memurdum. 8 - 10 yaşlarında, yaz aylarında, Karşıyakada düğmeci Ali Beyin yanında çalışıyordum. Bana hafta sonunda elli kuruş verirdi. Bu para bana sevinç ve gurur verirdi. Ama rahmetli Ali Bey beni çok da yorardı. Beş dakika boş kaldığımı görse gözlüklerini verir camiye gidip yıkamamı emrederdi. Yıllar sonra kendisine bana elli kuruş vererek beni ne kadar ezdiğini hatırlatmıştım. Cevabı beni şoke etmişti: "Ben sana elli kuruş haftalık vermiyordum ki Elli kuruşu baban getirip bana veriyordu, bende sana veriyordum. Sen elli kuruş etmiyordun ki? "

Biz mi yanlış yetiştirildik bugünkü gençlik mi yanlış yetiştiriliyor bilemiyorum; Düşünmek lazım.

● AİLEM VE DOĞDUĞUM EVDEKİ YAŞANTIM ●


Meşrutiyetin ilanından sonra Avrupa ile aramızdaki fark bir nebze kapanmış olarak gözlenmiş ve Enderunlar dışında okullar açılarak düşünme olanağı olan Müslüman Türkler yetişmeye başlamıştır. Nitekim Konya’dan kalkıp 300 yıl Girit’te yaşamış ecdadım da, hem Müslüman-Türk Cemaatinin savaşlarını gözlemiş; hemde Meşrutiyet imkanlarından yararlanarak bir çoğu İstanbulun yeni okullarında okuma imkanları bulmuşlardı.

1912 yılında Osmanlı İmparatorluğunun Balkan Savaşlarını kaybetmesi; Rum Cemaatinin bir Yunan krallığı kurmasına neden olmuştur. (Avrupalı müttefik ve düşmanlarımızın yardımıyla) Bildiğimiz gibi, Atamızın önderliğinde Anadoluda kazandığımız İstiklal Savaşı sonucu Lozan Antlaşması imzalanmış ve akabinde Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Cumhuriyetin kurulmasıyla Türk Milleti olma ve Milliyetçilik kavramı benimsenmiştir. Bilhassa Müslüman, Türk ve Ortodoks, Rum cemaatlerinin birarada yaşamaları fevkalade zorlaşmıştır. Bunun sonucu Lozan Antlaşmasına konulan bir maddeyle; yani iki kardeş toplumun yer değiştirmesi mecburiyeti 1924 Mübadelesiyle gerçekleştirilmiştir. 1924 yılında ailem; tüm alışkanlık, varlık ve kültürünü Girit Adasında bırakarak Karşıyaka Yalısındaki bir eve yerleştirilmişlerdir. Ben bu evde dünyaya geldim ve anılarım o evde başladı.

Evimizde Osmanlıdan kalma adet ve gelenekler uygulanırdı. Ailemiz;

”Söz büyüğün su küçüğün” atasözüne tamamen bağlıydı. Ailemizin reisi büyükbabamdı. En büyük zaafiyetimiz çoğumuzun Türkçe konuşmakta zorlanmasıydı. Bu durum bizim şehirle ve komşularla bütünleşmemizi engelliyordu. Evimize gidip gelenler hep Giritli dost veya akrabalardı. Ziyaret ettiğimiz evlerde veya evimizde limonata, vişne suyu veya koruk suyu ikram edilirdi. Bu şerbetler, mahsüllerin bolluk zamanlarında ailemizce hazırlanır ve şişelerde stoklanırdı. Bu şerbetleri sulandırarak ikram etmek bir gelenekti. Evimize şeker ve lokum yalnız bayramlarda girerdi. Genellikle misafirlere evde hazırlanmış turunç reçeli veya sakız reçeli, bir bardak suyla ikram edilirdi. Esasen o yıllarda gazozdan başka ikram edilecek içecekte mevcut değildi.

Evde hep Rumca konuşuluyordu. Bilhassa yaşlılar Türkçe bilmiyor ve öğrenemiyorlardı. Bu yüzden bir Giritlinin bir Giritliden başkasıyla evlenmesi olanaksızdı. O yıllarda teyzemde bir Giritliyle evlenmişti. Rıfat Gezen isimli eniştem saygı değer bir insandı. Siyasal Bilimler Fakültesini bitirdiğinden en düzgün Türkçeyi o kullanıyordu. Kendisini çok severdim ve ona “dayı” diye hitap ederdim. O, Ziraat Bankasında müfettişlik yapıyordu. Rıfat dayımın bize katılması ailemizi güçlendirmişti. Ziyarete gittiğimiz evlerde, hep Giritli dost ve akrabalardı. Karşıyaka’da, Giritteki meşhur Fahrettin Hocanın kızı Şadiye Hanım; annemin Resmo’dan çok yakın arkadaşıydı. Onlarla sık görüşürdük. Şadiye Hanım teyzenin ikinci oğlu Servet benimle yaşıttı ve aramızda üç gün doğum farkı vardı. İyi anlaşıyorduk ve hala anlaşmaya devam ediyoruz. İstiklal Savaşı Gazisi Zekayi Kavur ise babamın kuzeniydi. Onlarlada sık sık buluşurduk. Soğukkuyu’da annemin, Vedat Bey isimli bir kuzeni vardı. Vedat Bey müthiş Milliyetçi ve Atatürkçü bir kişiliğe sahipti. Türkçesini epeyce düzeltmişti ve ilkokulda öğretmenlik yapabiliyordu. Ama aynı zamanda Girit’te ailesinden öğrendiği çiçekçilik işini de evinin büyük bahçesinde sürdürüyordu. Yine Soğukkuyu’da Musa Bey isimli bir akrabamız vardı. Musa Bey; iri cüsseli, pala bıyıklı, çizmeli bir kişiydi. Evinin arkasındaki büyük bahçede sebze yetiştiriyordu. O bahçeyi çok sever, her tarafını dolaşır arada salatalık koparıp yerdim. Bahçenin ortasında yuvarlak bir kuyu vardı. Kuyunun içine sıralanmış kovalar, sarkıyordu. Gözleri bağlanmış bir at; bu kuyunun etrafında devamlı dolaşarak çarkı çeviriyor; ve dolan kovaların suyu bir yalağa akarak bahçeyi suluyordu.

Karşıyaka Çarşısında sık gittiğimiz bir yer de; çarşı içindeki büyükannemin yakın arkadaşı Faika Hanımın eviydi. Koyu bir Müslüman olan bu hanımefendi de yaşlı olduğundan ölünceye kadar Türkçe öğrenememişti. Seyrekte olsa; vapurla İzmir’e indiğimiz günler olurdu. Alsancak’ın, bugünkü Kıbrıs Şehitler Caddesinde büyük halam otururdu. Ona ve aynı gün; annemin kuzenleri, yine Giritlilerle evli Nazife ve Zeynep hanımların evlerine de giderdik. Maalesef onlarında hiçbiri Türkçe bilmezdi.

1878’ de savaşta Ruslara yenilmemiz; Osmanlı İmparatorluğunun Rum Cemaatiyle karşı karşıya gelip, Halepa Antlaşmasını imzalamak mecburiyetinde bırakmıştı. Bu antlaşma sonucunda yayınlanan Osmanlı Fermanı, Girit Adasının resmi yazışma ve konuşma dilinin Rumca olduğunu ilan ediyordu. Devletine fevkalade saygılı olan Girit, Müslüman-Türk Cemaati; bu fermandan sonra Rumca öğrenmek zorunda kalmıştı. Hocalar; hatta Cami İmamları bile, Müslüman Türklere Rumca öğretiyorlardı. Müslüman Türkler; ”Nero= su, somi= ekmek, krasi= şarap…” gibi kelimeleri evlerinde şarkı gibi söyleyerek ezberliyor ve Rumcayı öğreniyor; Türkçeyi unutuyorlardı. Varlıklı aileler Türkçeyi unutmasın diye çocuklarını İstanbul’a okumaya gönderiyorlardı.

Büyükbabam İstanbul’da Mekteb-i Sultani; yani bugünkü Galatasaray Lisesini bitirmiş olduğundan Türkçesi düzgündü. Büyükannem hem eski Türkçe hemde Rumca yazar ve okurdu. Ama hiç Girit dışına çıkmadığından çok zor Türkçe konuşurdu. Babam mübadeleden evvel İzmire gelmiş ve İzmir İdadisinden (Bugünkü Atatürk Lisesi) mezun olmuştu; Türkçesi iyiydi. Annem Rum Şivesiyle Türkçe konuşabiliyordu. Büyük dayımda Mekteb-i Sultani mezunuydu. Ailede en iyi Türkçe konuşan oydu. Teyzem; Karşıyaka Kız Muallim Lisesine devam ediyor ve Türkçe konuşabiliyordu. Küçük dayım askere alınmış ve Türkçe konuşmaya başlamıştı.

Girit’te ailem yanında çalışan Hrisi bir Rum kadındı. Giritte Müslüman olmuş ve Rumlarla kalmamış, bizimle beraber izmire göç etmişti. Kuran-ı ezbere okumasına rağmen tek kelime Türkçe bilmiyordu.

Ailenin ilk torunu olan ablam, bir kaza sonucu tek gözünü kaybedince, ailem hep onunla ilgileniyor; bana ise Hrisi bakıyordu. Bu durumda tek kelime Türkçe konuşamıyordum. Bildiğim Türkçe, bana büyük babamın ezberlettiği Onuncu Yıl Marşından ibaretti. İlkokula gidinceye kadar salıncakta sallanıp Onuncu Yıl Marşını Rum Aksanıyla misafirlere söylemek dışında Türkçe bilgim mevcut değildi.

Evin tüm erkekleri çalışıyordu. Büyükbabam belediye reisliğinden sonra Demir Yollarına memur olmuştu. Babam köylerden; incir, yağ, zayire satın alır ve izmir’de, genelde Giritli Hüseyin Galip Şerbetçiye satardı. Yemiş Çarşısı, Cezayir Handa küçük bir yazıhanesi vardı. Enver dayım Osmanlı Bankasında çalışıyordu. Niyazi dayım da aynı bankada çalışmaya başlamıştı. Bu çalışanların eve getirdikleri paradan başka hiçbir gelirimiz yoktu. Dikkatli ve kısıtlı harcama yapmak ailemizin ilk göreviydi.

Büyük babamın koyduğu kurallara tüm aile uyardı. Hafta sonları kırlara çıkıp ot toplardık. Küçücük yaşta; Radika, Stifno, Arapsaçı, Ebegümeci gibi otları birbirinden ayırmayı öğrenmiştim. Sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeğini hep birlikte yerdik. Sabah mutlaka ev halkı erkenden kalkar, birlikte kahvaltı eder; evde kalanlar ise, işe ve okula gidenleri uğurlarlardı. Öğlen evde kalanlar, hep birlikte masaya otururlardı. Akşam, erkeklerin eve dönmesi beklenir; yine hep beraber masaya oturulurdu. Genelde bir çeşit yemek yapılırdı. Yemekleri annem ve büyükannem birlikte hazırlarlardı. Mutfağımızda büyük bir davlumbaz vardı. İçinde odun veya odun kömürü yakılarak yemek pişirilirdi veya bir tepsi içinde hazırlanan yemek yakınımızdaki fırına götürülüp getirilirdi. Eti, çarşıdaki kasaplardan veya daha ucuz olduğu için “Hacı Hüseyinlerden” (bugünkü Çiğli) alırdık. En bol, en ucuz ve en sık yediğimiz yemek balıktı. Balıkçılar hemen hergün kapımızın önünden sandallarla büyük ağlar atarlar ve karaya çıkıp şarkılar söyleyerek ağlarını çekerlerdi. Ev halkı bu çalışmayı evden gözler, ağlar toplanırken sahile inip canlı canlı balıkları satın alırlardı. Ailemin hepsi denizle bütünleşmiş olduklarından, balık yemeden adeta yaşayamazlardı. Çok defa fırtınalı balık çıkmayan günlerde akşamları; Lakerda, Tütsülenmiş Çiroz ve Ringa Balığını yediğimizi hatırlarım. Ringa Balığını çok severdim; bu bizim İzmir sularında çıkmazdı. Babam iş yaptığı Rum gemicilere ısmarlardı. Ringa balığı bulup yiyince hepimiz mutlu olurduk. Kış aylarında, av hayvanları da yemeklerimiz arasında yer alırdı. Av etlerini Giritli bir-iki avcı akrabamız bize avlayıp hediye ederdi. Karşıyaka Çarşısında da bir manavda tüm kış boyunca tavşan, keklik gibi av etleri bulunur ve satılırdı. Eşref Paşa’da yaşayan Girit kökenli mandıracılar Malaka isimli bir peynir imal ederlerdi. Babam, yolu Eşref Paşaya düştükçe bu peyniri evimize getirirdi. Malaka peyniriyle yapılan pidelerin tadı hala damağımdadır. Pideyi ısırdıkça Malaka peyniri lastik gibi uzardı. Hazırlanan tüm bu yemekler büyükannem ve annem tarafından tabaklara dağıtılırdı. Herkes tabağına konulan yemek ve ekmekle yetinirdi. Büyükbabam, tabakta yemek bırakılmasını veya dilimlenmiş ekmeğin yarım diliminin bırakılmasını affetmez; o dilimi bitirtirdi.

Büyükbabam sık sık; “Hiçbir röntgen makinası yok ki midenizde bonfile mi; otmu var ayırt etsin.” -derdi. Büyükbabam temizlik ve kıyafetten de taviz vermezdi. Ellerini yıkamadan masaya oturanı azarlardı. Usturayla sakal traşı olmadan sabah, hiçbir erkek dışarı çıkamazdı. Erkeklerin kolalı ikişer gömlekleri, hergün yıkanır ve ütülenirdi. Büyükbabam yamalı elbislere ses çıkartmazdı; Ama bir yırtık, sökük kıyafet gördümü kıyameti koparırdı. Yine sık sık; “İyi kıyafet en iyi tavsiye mektubudur” -derdi.

Bir çift bayramlık, bir çift gündelik ayakkabımız vardı. Gündelik ayakkabılarımız yamalı, pençeli veya kabaralıydı. Ama, ayakkabılarımız daima temiz ve boyalıydı. Yırtılan çoraplarımız örülür veya yamalanırdı. Yün kazaklarımız her mevsim sonunda sökülür, yıkanır ve biraz yün ilave edilerek yeniden örülürdü.

Erkek gömlekleri daima yedek yaka ve yedek manşetle satılırdı. Yaka eskiyince ters-düz edilirdi. Yakanın da tersi eskiyince yedek yaka takılırdı. Yedek yaka da ters-düz edilir, gömlek giyilmeye devam edilirdi. En sonunda gömleğin alt arkası kesilir, yeni bir yaka daha elde edilirdi. O da eskiyince ve manşetlerde giyilmez hale gelince, gömlek toparlanır; atılmaz parça bohçasına kaldırılırdı.

Tabiatıyla buzdolabı diye bir şey yoktu. Yemekler; peynir ve zeytinler serin bir yere asılı tel dolabına konulur ve muhafaza edilirdi. Evin arkasında büyükçe bir bahçe ve kuyu vardı. Karpuz; meyve, sebze ve otlar bir kova içinde kuyuya sarkıtılırdı. Bu yolla malzemelerin soğuk olması ve bozulmaması sağlanırdı. Her evde bir kuyu vardı. İhtiyacımız olan su, el tulumbasıyla sağlanırdı. İçme suyumuz toprak testilerde soğutulurdu. Hangi komşunun kuyu suyu tatlıysa, içme suyu ordan doldurulurdu. En iyi içme suyu, vapur iskelesi yanında durmadan akan memba suyuydu. Genelde karşıyakalı gençler ve çocuklar bu memba suyu önünde kuyruğa girerek testilerini doldurup, evin içme suyunu temin ederlerdi. İzmir evlerinin tamamına yakınının tuvaletleri, Alaturkaydı. Taharetlenmek için ibrik kullanılırdı. Çoğu evin tuvaletlerinde rezervuar da olmadığından, kovayla su dökülerek temizlik yapılırdı. Alaturka tuvaletlerin önünde tahta nalınlar bulunurdu. Ayaklar ve ayakkabıların kirlenmemesi için alaturka tuvaletlere tahta nalınlar giyilerek gidilirdi. Türklerin: ”su yolu” , ”su dökmek” tabirlerinin de bu gelenekten kaynaklandığına inanırım. Rumlar 18.yy’ da yıkanmaktan pek hoşlanmadıklarından çoğu İzmir evlerinin banyosu yoktu. Annem bazı Rumların vaftiz suyuyla; hiç yıkanmadan ömürlerini tamamladıklarını ve çok pis koktuklarını anlatırdı. Büyükbabam mübadeleden evi alır almaz, mutfağın devamına bir hamam ilave ettirmişti. Hamamın bir köşesinde büyükçe bir kazan vardı. Bakır Kazan suyla doldurulur; odunla ısıtılırdı. Yandaki kurnaya aktarılan bu sıcak su, soğuk suyla ılıman hale getirilir ve yıkanmada, tasta kullanılırdı. O yıllarda bit, tahta kurusu ve pire gibi haşaratlar boldu. Tifüs, korkulan salgın bir hastalıktı. Bilhassa çocukların ve gençlerin bitlenmemeleri içten bile değildi. Bu yüzden hamamda, saçlardaki bitlerden kurtulmak için kullanılan sık taraklar vardı. Yıkanırken acıtan bu tarakla; saçlar mutlaka taraklanır ve bitlerden arındırılırdı. Bilhassa babam işi icabı sık sık köylere giderdi. Dönüşünde hep bitlenirdi. Ekseriyetle eve girmez, temiz çamaşır alır ve doğruca bugünde hala faliyet gösteren; Ali Bey Hamamında temizlenerek eve dönerdi. Yine bu hamamda bir çamaşır kazanı bulunurdu. Bu kazana çamaşırlar yerleştirilir, üstüne bir çuval serilir, çuvalın üstüde külle sıvanırdı. Taslarla üstüne kaynar sular dökülür ve çamaşırlar bir gece burada yattıktan sonra ertesi gün yıkanırdı. Haşaratlardan arınmak için bu işlem sürekli yapılırdı. Bu yolla çamaşır yıkamanın adı: ”Buğata” idi.

Yaz aylarında büyükannem ve büyükbabam hariç kapımızın önünden denize girerdik. Çok küçük yaşta yüzmesini öğrenmiştim. Denizi çok severdim. Ama orda da ailenin koyduğu kurallar geçerliydi. Denize girme saati 11:30-12:30 arasıydı. Denize erken girmeme veya geç çıkmama asla izin verilmezdi. Hemen yan tarafımızda deniz içinde inşa edilmiş; bir tanesi kadınlara ait diğeri ise erkeklere ait deniz banyoları vardı. Bazen annemi zorla ikna edip; küçük olduğum için kadın banyolarından denize girmeye bayılırdım. Çünkü o kadın banyolarının içinde denizden yukarı doğru fırlayan buz gibi bir kaynak vardı. Denizde yüzerken o kaynaktan su içmek inanılmaz bir zevkti.

Hemen her evin arka bahçesinde bir kümes bulunurdu. Genelde oradaki tavuklar evin yumurta ihtiyacını sağlardı. Tavuklara arpa veya buğday almak olanaksızdı. Onlar, sabah serbest bırakılır ve kendi yiyeceklerini bahçeden temin ederlerdi.

18 kiloluk bir yağ tenekesi evin hemen hemen iki-üç günlük çöpünü toplamaya yeterdi. Çünkü çöpe atılacak çok az pislik vardı. Yemek artıkları, sebze artıkları; kavun, karpuz ve meyve artıkları doğranıp tavuklara verilirdi. Tabiiki naylon torba diye bir şey yoktu; mecmua yoktu. Gazete, kahveye gidip okunurdu. Ambalaj için kese kağıtları kullanılırdı. Tüm kağıtlar toplanır, evde bükülüp odun biçimine getirilerek kış aylarında sobada yakılırdı.
Evdeki mahdut gaz lambaları ordan oraya taşınır ve ihtiyacı olan tarafından kullanılırdı. Gece ders çalışma; örgü örme veya dikiş dikme hep bu gaz lambalarının altında yapılırdı.
Tüm mahalledeki telefon sayısı üç-beşi geçmezdi. Her iş genelde ayakla; o zamanki deyimiyle “tabanvayla” halledilirdi. Tabiatıyla radyo sayısı çok kısıtlıydı; o yıllarda bizim evimizde radyo yoktu; en büyük eğlencemiz kitap ve roman okumaktı. Elimize geçen her kitabı mutlaka okurduk. Kitap’ta alacak paramız olmadığından kiralama yolunu seçerdik. Karşıyaka çarşısında Kara Kulak diye bir dükkan vardı. Geceliği; İki Buçuk Kuruştan kitap ve roman kiraya verilirdi. Maliyeti düşürmek için bazen bir gecede gaz lambası altında iki kişi kitabı okur ve iade ederdik.

O yıllardaki tek ulaşım aracımız Bostanlı ve İskele arasında çalışan atlı tramvaydı. Kadana at yirmi kişilik tramvayı çekerdi. Vapur hareket saatine göre çalışan atlı tramvay sabahları ve akşamları kalabalık olurdu. Tramvay durunca çok defa at yükü çekemezdi. Gençler inip tramvayı ittirerek ata yardımcı olduktan sonra; yani hızlanınca atlayarak binerlerdi. Taksi, araba diye bir şey yoktu. Acil hastalar atlı faytonlarla doktora yetiştirilirlerdi.

Meşrubat olarak bir şişe gazoz içmek bile lükstü. İş-güç sahibi büyükler işten eve dönerken Karşıyaka’da Celalin Meyhanesine uğrayıp bir tek rakı yuvarlarlardı. Hafta sonları evde aile biraraya gelince erkekler bir-iki kadeh rakı içerlerdi. Büyükannem ve annem beş vakit namaz kıldıklarından ağızlarına içki koymazlardı; masada oturup sohbete iştirak etmekle yetinirlerdi. Soğuk kış günlerinde bazı geceler şarap ta içilirdi ben ve ablama büyükbabam bazen: “Kan yapar” diyerek kırmızı şarap verirdi. Masada beraberce genelde Rumca şarkılar söylenirdi.

Büyüklerin bazısı sigara içerdi. Sigara pahalı ve lüks olduğundan sigara içen erkeklerin genelde bir tütün tabakası vardı. Sigara içmek için en ucuz yol tütün ve sigara kağıdı satın alarak kendi sigaranı kendin imal etme yoluydu. Bir paket sigara almak her babayiğitin işi olmadığından bakkallar, paketi açarak tek sigara satarlardı. Bir sigarayı ikiye bölüp yarım sigara satan bakkallar da mevcuttu.

Babamın üç erkek kardeşi ve halam Girit mübadelesi sonucu Mersine yerleştirilmişlerdi. Fırsat buldukça onlar İzmir’e bizi ziyarete gelirlerdi. Bizde onları görmek için Mersine giderdik. Ali amcam kardeşlerin en büyüğüydü. O da büyük babam gibi Mersindeki ailenin başıydı.

Atamızın kurduğu cumhuriyet çok yeni olmasına rağmen, hergün gelişiyordu. Bu gelişmenin nimetleri biz mübadillere ve yerli halka da yansıyordu. Esasen o yıllarda İzmirde yaşayan yerli halk, mübadiller, levantenler ve musevilerin de yaşam tarzları aileminki ile büyük benzerlikler gösteriyordu. Savaşlar ve kargaşalıklar İzmir halkını fevkalade yıpratmış ve zayıflatmıştı. Bugün işadamı ve zengin olarak gözlediğimiz museviler bile o yıllarda İzmirimizin en yoksullarıydı. Hizmetçilik, çuval tamirciliği, ayakçılık gibi zor ve pis işlerde hep Museviler çalışırdı. Çoğu İzmirde Havra sokağı civarındaki aile evlerinde (10-15 odadan meydana gelen tek tuvaletli meskenler) bir odada ve üç-beş kişi yaşarlardı.

Tüm cemaatler birbirlerinin dillerine, dinlerine, adet ve geleneklerine fevkalade saygılıydı. Bayramlarda, vefatlarda ve özel günlerde İzmir halkı bütünleşirdi. İzmirliler severek laikliği içlerine sindirmişlerdi. Yepyeni Cumhuriyetin insanları arasında uçurum seviyesinde gelir farklılığı yoktu. Yardımlaşma, dayanışma ve devlete güven kuvvetli bir millet meydana getirmişti. O günlere göre bugün çok ileri bir medeniyet seviyesine erişmiş olmamıza rağmen, yukarıda anlattığım yaşam tarzımızı, geleneklerimizi ve aramızdaki sevgi ve saygıyı kaybettiğimizi gözlüyorum. Bir milletin dünyamızda itibarlı olması için öncelikle kendisine çeki düzen vermesinin şart olduğunu düşünüyorum.

Yıllar geçmiş, babamın işleri düzelmişti. Tasarruf ettiği parayla “hengam” sokağında (Bugünkü 1696 sokak) büyükçe bahçeli, iki katlı bir Rum evi satın almıştı. Doğduğum evden ayrılıp yeni evimize taşınmıştık. Enver dayım Osmanlı bankası Trabzon Şubesine tayin edilmişti. Niyazi dayım Mersin Osmanlı Bankasında çalışmaya başlamıştı. Rıfat dayım (Eniştem) Aydın Ziraat Bankası Müdürü olmuştu. Teyzemle birlikte bankanın üstündeki lojmana yerleşmişlerdi. Büyükbabam da demir yollarındaki ağır görevini bırakmış, muhasebecilik yapmaya başlamıştı. Büyükannem ve büyükbabam koca yalı evinde iki kişi oturmak yerine, satın aldığımız yeni evin bir odasına yerleşmişlerdi. Yalı evi Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu ailesine kiraya verilmişti.

1893 KARŞIYAKA EVİ


Doğduğum 1930 tarihinden 1970 yılına kadar hep eski İzmir evlerinde yaşadım. 1971 yılında yaşadığımız Karşıyaka yalı evini yıktırıp bende rant hesabıyla bir apartman dairesinde yaşamaya başladım. 35 sene geçti. Ömrümü tüm eski Karşıyakalılar gibi bir apartman dairesinde tamamlıyorum.

Apartman hayatını hiç sevemediğimden ve bir türlü alışamadığımdan 1971 yılında Ayvalıkta ikinci derece koruma altında olan bir yalı evini satın alıp restore ettim. Bu evde eski günlerimi anımsayarak yaz aylarımı geçiriyorum.

Bu evi restore ederken çok şey öğrendim, eski düşünce tarzı ve işçilikle bütünleştim. Eski evlere, eski eşyalara ve antikalara hayran oldum. Dünyanın büyük bir bölümünü de hep bu kafa yapısıyla gezdim. Fransa da 9000 müze ev var, Napolyonun metreslerinin evleri bile müzeye dönüştürülmüş. Biz 1923 yılında ölen Atamızın annesi Zübeyde hanımefendinin ömrünü tamamladığı evi bir müteahhit deposu ve kamyonet otoparkı olarak kullanıyoruz.

Restorasyon çok zor bir iş, restore ettiğin evin yaşantısını iyi bilmek lazım veya o devri araştırıp öğrenmek gerekli, bu kafa yapısı oluşmadan restorasyon işine soyunmak düşünülmemelidir. Nitekim tüm Avrupadaki eski binaların restorasyon işiyle uğraşan firma sayısı 10 -15 tir.

Ben mimar değilim, mühendis te değilim. Ama restorasyona ait çok kitap okudum. Bilhassa Avrupa da restorasyonun nasıl yapıldığını hep inceleyip durdum. Bu işi en iyi İtalyanlar becerdiğinden , Venedik restorasyon okulunu ziyaret ettim. İşlerimin çokluğu dolayısıyla kurslarına devam edemedin. Ama tüm kitap ve broşürlerini alıp boş vakitlerimde inceleyip durdum.

Tüm bu araştırma çalışmalarından sonra maalesef bu işin hiç bilinmediğini gözledim. Biz hala ihale yoluyla restorasyon yaptıran bir ülkeyiz. Türkiyemizde restorasyon işini çok iyi bilen Prof. Doğan Küban'ın yazı ve makalelerini dikkatle okumalıyız.

Ülkemizde biz halen restorasyon, renuvelasyon ve rekonstrüksiyonu çalışmalarını birbirine karıştırıyoruz. Restorasyon işine soyunan bir çok kişi eski bir yapıyı alıyor, birşeyler yapıyor ortaya tarihle ve kültürle ilgisiz bir bina çıkıyor, sonrada karşısına geçip güzel oldumu diye soruyor.

3 yıl kadar önce kiliseden camiye dönüştürülmüş bir binayı vakıflar idaresi ihale yoluyla restore ettirdi. Yazın geldiğimde bir de baktım ki müteahhit gotik tarzda işlenmiş nefis taş işçiliği duvarı sıvamış. Büyük mücadeleler vererek sıvaları söktürdüm. İzmir de gözlediğim ne Birgi Konağının ne Hükümet Konağının ne de Kızlarağası Hanı restorasyonunu içime sindiremiyorum.

Hasbelkader Kızlarağası Han da bir odanın sahibiyim, restoasron öncesi odanın tavanında 300-400 yıllık nefis freskler vardı, kapısı demirdi ve bir dövme işçilik örneğiydi. Hepsi yok oldu gitti. Buna restorasyon denmez. Restorasyon tamamen aslına sahip taşınmazı tamir etmektir, tabiatıyla her eski taşınmaz için öncelikle restorasyon düşünülmelidir.

Restorasyon olanakları zamanla yok olmuş ise mecburen kısmen veya tamamen renuvelasyon çalışmalarına geçilir. Rekonstrüksiyon ise son aşamadır ve hiç bir değer taşımaz. Selçuk'ta Bizanslıların 6.yy. da inşa ettiği bir kale vardır, gelin görün ki bu kalenin hiç bir arkeolojik değeri yoktur. Çünkü bu kale Efes anfitiyatrosunun 2000 yıllık oturma taşları gasp edilerek inşa edilmiştir.

Selçuk'ta Kalehan Otelinin sahibiyim, yakın dostum olan rahmetli Ord. Prof. Ekrem Akurgal'ın toplantılarını hep gözleyip, dinleyip durdum, hiç unutmam Efes'te yamaç evlerinin restorasyonu tamamlanmıştı. Çatısını nasıl yapacakları konuşuluyordu. Mimarlar, Mühendisler ve Arkeologlar çatının nasıl yapılması gerektiğine dair fikirler beyan ediyorlardı. Hoca kızmıştı. "Hiç bilmediğiniz ve görmediğiniz bir şey hakkında, nasıl şöyle ve böyle yapalım diye beyan edebiliyorsunuz. Kafanızı boş yere yormayın kaç m² atermit lazımsa hesaplayın ve yamaç evlerini korumaya alın" demişti.

73 yaşıma girdiğim bu günlerde Karşıyaka da bu şekilde bir ev buldum. 1893 yılında inşa edilmiş olan bu evin yıkılıp rant hesapları ile bir apartman yapılacağını öğrenince evi tereddütsüz satın aldım.

Ev taş gibi ayaktaydı, kapısı, penceresi, tavanı, tabanı, ferforje demirleri, hepsi orijinaldi. 100 senelik kapı kolları bile yerinde duruyordu, bana adeta bir piyango isabet etmişti. Ama, bir genç adam hesabıyla işe koyuldum. Başında durmadan kimseye evin hiç bir yerine müdahele ettirmedim. Yanım da çalışanlara şu talimatı verdim : "Ben olmadan bu evin hiç bir tarafına hiç bir şey yapmayın, boş kalıyoruz diye düşünmeyin, oturup beni bekleyin". Bu sistemle ve evin hiç bir tarafını bozmadan, tabiatıyla ; "Biz daha iyi yaparız" sözlerine kulak tıkayarak 3 ay da evi toparladım.

2004 yılında tatile giderken kapı önüne bir posta kutusu koydum ve bir tabela asarak Karşıyakalılara bu evi ne maksatla kullanılmasını tavsiye ettiklerini sordum. Ekim ayında tatilden dönünce yazı ve müracatları değerlendirdim ve binayı bir müze eve çevirme kararı vererek iç dekorasyonunu ve malzemelerini toparlayıp bu müze evi bitirmiş oldum. Bu evde hiç bir rant hesabım yoktur. Benim ile aynı kafa yapısında olan ailemin bu evi daima koruyacaklarına inanıyorum. İmkanları olan İzmirlilerin aynı yolda hareket etmeleri bana en büyük mutluluğu verir.

Ev halen ücretsiz gezilebileceği gibi, pazartesi, çarşamba ve cuma günleri 70 yaşını tamamlamış ve benim kültürüm ile bütünleşmiş 30 - 40 kişinin vazgeçilmez bir uğrak yeri konumundadır.

Müze ev hergün (Pazar hariç) 1000 - 1800 arasında ücretsiz olarak ziyarete açıktır. 3 kattan oluşan evin zemin katında bir kafeteryası mevcuttur. Dileyenler araştırma yaparken kahve ve çaylarını içebilirken, isterlerse hergün hazırlanan Akdeniz menümüzüde tadabilirler.

1893 EVİ Adres : 1698 Sokak No:4 Karşıyaka-İZMİR

2 yorum:

armağan aksoy dedi ki...

sizi çok kutluyorum.beni çocukluğuma döndürdünüz.ben de ninemin böyle bir evinde yaşadım.çamlığın bitiminde denize girdim.fırına ninemin o güzel dolmalarını etlerini az götürmedim.yanya dan gelmişler.sağ yanında çok sevdiği müslüman olmuş rum teyze sol yanında giritten gelmiş kızları ayla ve yıldız benim akranlarım komşuları.çook güzel günlerdi rüya gibi.tekrar teşekkürler.saygılar size.

Erdal Önal dedi ki...

Sevgili Ertuğrul Erol Ergir'i kaybettik.
Sevgili ağabey seni hep hatırlayacağız.. İz bırakarak göçtün gittin...Karşıyaka'ya katkılarından dolayı teşekkürler...