22 Şubat 2019 Cuma

Kalemimden Dökülenler


Erdal ÖNAL
2006 yılı kasım ayı idi galiba, internette dolaşırken nereden aklıma geldi ise, ”Eski Karşıyaka “ yazıp, tıkladım. Aman tanrım neler çıktı karşıma neler… Oradan oraya, siteden siteye dolaşırken, kendimden geçmişim. Heyecanım arttı, tansiyonum yükseldi, saatler geçmiş bilgisayarın başında. Yalnız bir troleybüs için yapılan yorumların sayısı neredeyse 100’leri buluyor. Sohbete katılanların bazıları Amerika’dan bazıları Hollanda’dan.
Anladım ki, herkesin bir “Eski Karşıyaka”sı var. 1950’li yılları hatırlayanlar, 1960’lı yılları hatırlayanlar, 1970’li yılları hatırlayanlar kendi çocukluklarının, gençliklerinin Karşıyaka’sının özlemini çekiyorlar.
Hatırlanan yıllar da daha çok 1980’li,1990’lı yıllar. Bilgisayar çağının gençleri ne hatırlıyorlarsa döktürmüşler. Bizim dönemin gençlerinin site sayısı “Kelaynak” gibi, 1-2 tane…. Saatler sonra kapattım bilgisayarı uzandım, yatağa. Dalmış gitmişim hayal dünyasına… Aman tanrım, benim okuduklarım, benim hatırladıklarımın belki de 100’de biri… Yazmalısın Erdal dedim. Ne hatırlıyorsan yazmalısın. Yoksa hatırladıkların seninle beraber gidecek, ve KIYAMADIM hatırladıklarımın UNUTULMASINA onun için ben de yazmaya karar verdim.
Gazetecilik yıllarımdan kalma daktilomu aldım önüme, kapandım bir odaya başladım yazmaya, akşam oğlum geldi… “Olmaz baba”… Olmaz, daktilo devri bitti… Önüme bir bilgisayar klavyesi koydu¸ “İşte artık ne yazacaksan buraya yazacaksın Çünkü; belli mi olur. Bakarsın bir gün sanal dünyaya koyarız yazdıklarını.. İnternet ortamında paylaşırız” dedi.
Ben, Erdal Önal’ım 1945 doğumluyum.1960 yılına kadar Kırkağaç’ta yaşadım. 1955 yılında teyzemler çocuklarının eğitimi için Söke’den Karşıyaka’ya göç edince ben de Karşıyaka ile tanıştım. 1960 yılında Karşıyaka Lisesi’ne kaydoldum. Üniversite eğitimim için Ankara’ya gittimse de Karşıyaka ile irtibatım hiç kesilmedi. Her tatilde kendimi lise yıllarımın geçtiği Karşıyaka’da buldum. Sonraki yıllardaki çalışma yaşamım da Karşıyaka’da devam etti.
“Eski Karşıyaka” sitelerini dolaşırken anladım ki, herkesin farklı bir “Eski Karşıyaka”sı var. Ama bana göre en güzeli bizimki, çünkü l960’lı yılların başında nerede ise tüm evler müstakil bahçeli evlerdi, hatta pek çoğu iki katlı “Rum evi” idi. Hatırladığıma göre nüfus da 15 bin civarında idi. Herkes birbirini tanırdı. Sokaklarda selâmlaşılmadan geçilmezdi. Pek çok kişi birbirine ismi ile hitap ederdi. Sokak aralarında inşaat yok denecek kadar azdı. Böyle olunca da her yağmurla adeta sokaklar yıkanır, mis gibi toprak kokardı. Yani şimdiki gibi yağmur sonrasında her yer çamur deryasına dönmezdi.
Benim gençlik yıllarımın en önemli kent içi ulaşım aracı vapurdu. Yıllarca vapur hareket saatleri hiç değişmedi. Konak’tan da Karşıyaka’dan da vapurlar hep 10 geçe ve 40 geçe kalkardı. Öğrenci l5, tam 40 kuruştu. Herkes belli yerlere otururdu. Koltukların ara kısmında fileli paket koyma yerleri, ahşap direklerde de askılar bulunurdu. Oturulmadan mantolar, paltolar çıkarılır asılırdı. İnsanlar birbirini selâmlarken saygılarını da belirtirlerdi. Selamlaşırken en çok kullanılan iki sözcük “Muhterem” ve ”Beyefendi” sözcükleri idi. Vapurdaki garsonlar kimin ne içeceğini bilir, çaylar kahveler pek çok kişiye söylenmeden getirilirdi.
Bir gün Konağa giderken vapurda oturduğum koltuğun karşısına gelen yaşlı bir kişi.
- “İyi günler beyefendi”
demişti de, o gün ne kadar sevinmiştim. Çünkü o güne kadar bana hiç kimse beyefendi dememişti.
O zamanlar “Altınyol” yoktu. Dolmuşların çoğu, Basmane’ye çalışırdı. “Steyşın vagon” taksiden bozma 7 kişilik dolmuşlardı. İskelenin sağ tarafından kalkar, bugünkü Alaybey trafik ışıklarını geçince karşımıza çıkan parkın sol tarafından girerdi. Şimdiki tersanenin kapısının önündeki sokak, sapa bir sokaktı. O sokakta oturan çok kişinin denizde bağlı sandalı vardı. Dolmuşlar Naldökende demiryolunu geçtikten sonra 3-4 Km gider, demiryolunu tekrar geçerek Turan’a girer Turyağ’ın önünden geçerek Bayraklı’ya yönelirdi. Araç sayısı çok az olduğundan trafikte tek sorun demiryolu geçişlerinde yaşanırdı. İskele ile Soğukkuyu arasındaki yol ana cadde idi. Yan yana iki belediye otobüsü zor geçerdi.(mavi renkli Büssing marka otobüsler) son durağı Soğukkuyu olan otobüsler vardı. Şemiklere ulaşım daha çok banliyö trenleri ile sağlanırdı. Menemen’e yolculuk şehirlerarası sayılırdı. Tek lise, Karşıyaka Lisesi idi. Nergis’ten, Şemikler’den, Örnekköy’den gelen arkadaşlar yaya olarak bahçe aralarından gelip, giderlerdi. Zübeyde Hanım Caddesindeki Altınuç Sinemasının yanından bahçe aralarına girdin mi? Patika yollardan, 5 dakika sonra Nergis’e varırdın.
1960’lı yılların başında Bostanlı sahili pek hareketli değildi. Sahil yürüyüşleri Çamlık’ta sona erer, oradan geri dönülürdü. Hele Reşadiye’den sonra Bostanlı camii’ne kadarki bölüm ıssız denecek kadar tenha idi. Ama Bostanlı Camii’in yanındaki kahve akşamları nargile içenlerin buluşma yeriydi. Yol köprü’de biterdi. Onun ilerisi gözünüzün alabildiğince bataklıktı. O yıllarda Cemal Gürsel Paşa Köprünün de ilerisinde ev yaptırınca kendisine, dereyi aşan köprü yapıldı ve yol onun evine kadar uzatıldı. Balıkçı sandalları tam kahvenin karşısına gelen şimdiki İş Bankasının bulunduğu yerin karşısına bağlanırdı.
İskeleyi karşımıza alınca sağ tarafta “Tilla” vardı. İçkili restorandı. Biraz pahalı olduğundan herkes gidemezdi. Ama balık yenecek en iyi yer diye söz edilirdi. Eski Karşıyaka fotoğraflarına bakılınca, Tilla’nın yerinde 1930’larda bir yemekli gazino, sonraki yıllarda da kocaman bir çay bahçesi olduğu görülüyor.
O zamanlar körfez balık kaynardı. Çipura, levrek, lidaki ve ısparoz en çok çıkan balıklardı. İskelenin sol tarafında meteorolojinin kulübesi vardı. Onun önünde de misina, olta, yem olarak da, sülünez ile mamun her zaman bulunurdu. Körfezde balık tutmayı ben pek beceremedim ama. Çok tanık oldum. Karşıyaka Yelken Kulübünü tesislerinden başlayıp, Yunuslara kadar uzanan alan balıkçıların mekanı idi. Geceden atılan ağlar, sabahları saat 9 ile 10 arasında çekilirdi. Balık almak isteyenler ellerine bir kap alıp, O saatlerde orada olurdu. Balıkçıların makarna süzğecine benzeyen kapları vardı, O’nun dolusu 50 kuruştu, genelde sardalya çıkardı, ama arasında bol miktarda isparoz ve hatta lidaki bile olurdu. 1970’li yılların sonunda Çarşı camiinin imamı Veli hocanın oğlu Fevzi, iskeleye memur olarak girecek. Ne zaman balık muhabbeti açılsa: - Memur maaşı ile ev mi alınır. Ben Nergis’teki evimi her gece saat 24’e kadar iskeleden tutup, Tilla’ya sattığım balıkların parası ile yaptım. Derdi
BİZİM GİRİLEN DENİZİMİZ VARDI
1930’larda 1940’larda yabancıların sahildeki yalılarının önünde deniz banyoları olduğunu, denize buradan girdiklerini biliyoruz. Aynı dönemlerde şimdiki evlendirme dairesinin sağ tarafında halka açık banyolar olduğunu kadın-erkek olarak iki bölüm olan banyoların halka açık yerler olduğunu da biliyoruz. 1960’lara gelindiğinde artık sahilde deniz banyoları dönemi sona ermişti. Ama deniz halâ tertemizdi, kirlenme henüz başlamamıştı. Gençlerin bir bölümü Alaybey sahilinde, şimdiki tramvay son durağının olduğu yerde, bir bölümü de 9 kayalarda ki, orası da şimdiki Yunuslara yakın bir yerdi, denize girerdi. Buraları aynı zamanda gençlerin ailelerinden gizli yüzme öğrendiği yerlerdi. Akşam eve dönme zamanı geldiğinde anneler çocuklarının vücudunu yalayarak denize girip-girmediğini kontrol ederdi. Aileler ise denize girmek için hafta sonları düzenlenen özel vapor seferleri ile İnciraltına gider, orada denize girerlerdi. O yıllarda İnciraltı koca koca okaliptüs ağaçlarının bulunduğu kumsalı olan harika bir piknik alanıydı. Ayrıca her mahallenin bir ağabeyi minibüs, otobüs hatta bazen bir kamyon kiralar tüm mahalle Foça’ya, Aliağa’ya, Çandarlı’ya, Urla’ya gider buldukları bir ağacın altında deniz sefası yaparlardı.

1960’lı yılların başında Alaybey sahilinde şimdiki otobüs duraklarının olduğu yerde 2 tane çay bahçesi vardı. Anıt’a yakın olan” Portofino” daha çok gençler tercih ederdi. İskeleye yakın olanın adı “ Akvaryum” idi. Her akşamüzeri ve hele hafta sonları yer bulunmazdı. Supangle, profiterol ve karadut şurubu Portofino’ya özgü spesiyallerdi. “Karşıyaka lokması” o zaman da meşhurdu. Saat 17’den sonra çıkmaya başlardı. Lokma yemek için Menemen’den İzmir’den gelenlerin olduğunu çok net hatırlıyorum. O dönemlerde henüz, Coca cola ile tanışmadığımızdan, Çaydan sonra en popüler içecekler “Cincibir” ve “Sensun” gazozları idi. Sinalko O dönemlerin yerli Coca Colası idi. Limonata, vişne suyu, karadut şurupları evlerde dolum döküm olduğundan gazinolarda gazoz tercih edilirdi. Portofino’da çay içerken eğer canınız müzik dinlemek isterse çay ocağının yanında duran müzik dolabına gidip, jeton yuvasına 25 kuruş atardınız önünüzdeki klavyeden istediğiniz şarkıyı seçtiğinizde, camlı bölmedeki 100’e yakın plak döner, seçtiğiniz parçanın plağını pikaba yerleştirerek çalmaya başlardı.
Elwis Presley, Adamo, Pepino di Capri, Zeki Müren, Safiye Ayla, Ahmet Üstün, Muallâ Mukadder, Müzeyyen Senar, Nezahat Bayram, Ahmet Sezgin o dönemin plakları en çok dinlenen ses sanatçıları idi. 20 Ağustos-20 Eylül Tarihleri arasında Fuar başlayınca hemen hemen hepsi Fuarda sahne alırdı. 1970’li yılların başlarında sözünü ettiğim bu çay bahçeleri yıkıldı. Onların yerine otobüs durakları geldi. Bostanlı dolmuş duraklarının biraz ilerisine “Karşıyakalı” çay bahçesi yapıldı. Bunu da daha sonra Anıt’ın biraz ilerisine yapılan “Arif’in yeri” izledi. Sahildeki gazinolar sanırım pek çok Karşıyakalının nişanlarının-düğünlerinin de yapıldığı yerler olduğu için kolay kolay belleklerden silinmez.
1990’lı yıllara gelindiğinde, artık işin şekli değişecek, sahildeki apartmanların altlarında “Cafe” modası başlayacaktı.
1950’li yılların ikinci yarısında Karşıyaka Lisesi sokağında yani 1849 sokakta ve onun yanındaki 1856 sokakta teyzemlerin 3’er katlı 2 apartmanı olmasına karşın, sahilde sadece Berrin apartmanını hatırlıyorum. Tümü 2 katlı müstakil evlerdi. Çamlığın köşesindeki İkbal’lerin köşkü, oraya gelmeden Penetti’nin köşkü (şimdi mevcut, ve Beyaz Balon çocuk yuvası olarak kullanılıyor.) Hele onu 2-3 ev geçince bahçesi ceviz büyüklüğünde bembeyaz çakıllarla kaplı 1-1,5 metre boyunda mermer heykellerin süslediği köşk ile Erdem kolejinin bulunduğu sokağın köşesindeki, ( Hala duruyor ) bahçesinde sülünler, bıldırcınlar tavus kuşları beslenen villa gençlik yıllarımın en güzel anılarını oluşturuyor.
Geçmişini bilmiyorum ama 1960’lı yıllarda Karşıyaka’ da 2 kız koleji vardı. Biri Şimdiki Anıt’ın karşısındaki “Yamanlar Kız Koleji”, diğeri Çifte fırınların karşısındaki “Numune Kız Koleji” idi. Daha sonraki yıllarda bunlara kız-erkek karışık olan Erdem ve Karşıyaka kolejleri eklendi. Tabii bu yıllarda İzmir’deki Amerikan Kız Koleji, Türk Koleji, ve Saint Josept’e gidip gelen çok sayıda öğrenci vardı.


Karşıyaka Lisesi 15.25’te, kolejler l6.10’da dağılır, İzmir’deki kolejlerin öğrencileri de 17.05 vapuru ile gelirlerdi. O zamanlar köşedeki Yapı-Kredi Bankası’nın altında 30-40 metrekarelik geniş bir boşluk vardı. Gençlerin çoğu orada toplanır, ”İmbat duası” yapardı. Kızlar çarşıdan sahile çıkınca etekleri uçuşmaya başlardı. Etekler havalanınca Tilla’nın önündeki ayakkabı boyacıları fırçalarını boyacı kasalarına tempolu bir biçimde vurarak ritm tutarlardı. Hergün akşamüstüleri çarşı ile çamlık arasındaki kaldırım ana-baba gününe dönerdi. Takıp takıştıranlar, sürüp sürüştürenler, kendini sahile atardı. Günler süren bakışmalar, laf atmalar, Çamlık’ta arkadaşlık teklifleri, ( argosu “bordolamak”) gençlerin yaşamına renk katardı. Koşullar ne olursa olsun nezaket kuralları zorlanmazdı. Karşılıklı saygı o dönem insanlarının yaşam tarzı idi.
Karşıyaka’da “Tur atmalar” genelde Çarşı ile Çamlık arasındaki kaldırımda olurdu. Çamlıktan sonra, hele hele Reşadiye’den sonrası çok tenha idi. Şimdiki Girne Caddesi o zamanlar toprak sokaktı, o toprak sokağa dönülünce 40-50 metre ileride Yani şimdiki otobüs durağının olduğu yerlerde sarı renkli metruk bir bina vardı. Oraya “Perili Köşk “denirdi. Neden öyle dendiğini bilmiyorum ama orayı herkes bilirdi. Oralarda bir yer tarif edilecekse, “Perili Köşk” nirengi noktası kabul edilirdi.

Yunuslardan Girne Bulvarına girilince sağdan 50 metre kadar sonra idi “Perili Köşk”

Bostanlı’ya gidilirken, Girne’den bir önceki sokaktan sağa, oradan tekrar sağa döndüğünüzde, 30-40 metre ileride sağda Karşıyaka’nın tek yüzme havuzu vardı. Yanlış hatırlamıyorsam adı Hipokampus (denizatı) idi, sokaktan havuza 4-5 basamak merdivenle çıkılırdı. Yanda duvarda kocaman bir yağlıboya denizatı resmi vardı. O yıllarda Alaybey sahili ile 50 metrede denize girilmesine rağmen havuz çok kalabalık olurdu. Havuzun tam karşısına gelen koskocaman bir arsa vardı, ortasında da bir incir ağacı, bu alan o semtte oturan gençlerin futbol sahası idi.
1962 yılında Karşıyaka’da bütünlemeye kalanlara yönelik sanıyorum, ilk dershane açıldı. Gündoğdu Meydanı’ndaki Gündoğdu Dershanesi’nin şubesiydi ve Reşadiye’de açılmıştı. Sahilden döner dönmez 40-50 metre ileride solda idi. Bir yıl sonra da aynı dersanede üniversite hazırlık dersleri başlatıldı. Ben dershanenin ilk öğrencilerinden olduğumdan bunları çok net hatırlıyorum. O zamanki sınavlarda çok sayıda zekâ testi sorusu vardı. ”yukarıdaki şekille, aşağıdakilerin hangisi arasında benzerlik vardır ? gibi…
Sözünü ettiğim Dersanenin yakınında o zamanların en meşhur simitçi fırını (Reşadiye) vardı. Bütün simitçiler o fırının simitlerini satarlardı. Simitçilerin: - “Çıtır, çıtır Reşadiye’nin bunlaaaar! Elini yakmazsa para yok. “ diye bağırışlarını…. Akşam üstüleri satış yaparken de başlarının üstündeki koskoca tepsileriyle…. - “ Akşim… simitleri bunlar akşiiiimm” deyişlerini hala duyar gibiyim….


Şu güzelliğe bakarmısınız; 1940’larda 1950’lerde Çarşının girişi işte böyleydi…
Daha henüz köşede İş Bankasının olmadığı yıllar


GELELİM KARŞIYAKA ÇARŞISINA
1960’lı yılların başında çarşı, sabahtan öğleye kadar olağanüstü tenha olurdu. İskeleden istasyona doğru baktığınızda, yol boyunca 10-15 kişiyi ancak görürdünüz.(O döneme ait fotoğraflara baktığınızda bu yazdıklarımın abartı olmadığı gözle görülüyor.) O saatlerde esnaf dükkanının önünü süpürür, ekonomik olsun diye bir bardak suyu 3 defada süpürgenin üstüne dökerek sallar, dükkanının önünü sulardı. Sonra 3-5 esnaf dükkân önlerine sandalye atıp, çay kahve içerek vakit geçirirdi. Bir işi çıkıp da 10-15 dakikalığına bir yere gitmesi gerekse, dükkânını kapatmaz, bir sandalyeyi ters koyuverirdi dükkânın kapısına. Eshot Sokağından (eski adı Rayegân sokak) çıkıp, İskeleye döndüğünüzde, köşedeki İş Bankasına gelene kadar bir eczane, bir mandıra, bir şarküteri, sonra da bir simitçi fırını vardı. Mandıranın adı galiba “Damla” mandırası idi. O zamanlar iskelenin önünde simitçiler olmazdı, çünkü İş Bankasının bitişiğinde bir simitçi fırını vardı (Numune) herkes simidini oradan alırdı.
O zamanların en meşhur pastanesi “ Sami Bey” pastanesiydi. Şimdiki Sami Bey pasajının olduğu yerdeydi, kuru pastası, pastaları, peti-börleri günlük çıkardı. Kazandibi ve supanglenin yeme mekânı olarak orası bilinirdi. İçecek olarak da limonata ve vişne suyundan başka pek seçenek yoktu. O pastanenin bitişiğinde akşamcıların “Baba Lokantası” vardı. Fiyatları biraz pahalı olduğundan herkes gidemezdi. Ama geçerken bakılınca, bembeyaz kolalı masa örtüleri, dimdik duran kolalı bez peçeteleri ile çok havalı görünürdü. Tam karşısında ise en az Baba Lokantası kadar meşhur Celal’in Meyhanesi vardı. O da tertemiz pırıl pırıldı. Ama halk tipi içkili meyhane yukarıda, postanenin yanındaki “Doktorun Meyhanesi” idi. Fiks menü uygulanırdı. Yarım şişe rakı istedin mi, yanında çay tabağı büyüklüğündeki tabakların içinde 7-8 çeşit günlük meze birlikte getirilirdi. 3 meşhur kırtasiyeci vardı. İlki şimdiki Nur Galerinin yerindeki “Çığır Kırtasiye” , ikincisi Ömerağa Mandırası’nın bitişiğinde, daracık yerden girilip, içeride genişleyen “İhsan Amca” nın kırtasiye dükkânı idi. Ne alırsan al para sorun değildi. Yetmezse ertesi gün getirirdin. Çünkü herkes birbirini tanırdı. Kırtasiyecilerin üçüncüsü postanenin karşısındaki “Kınlı Kırtasiye” idi.


Tiyatro Sokağına, o zamanlar galiba Şayeste Sokak da denirdi. Tam köşede şimdiki Ses Pasajının olduğu yerde, Ses Sineması vardı. En popüler sinema oydu. Genelde sahildeki Melek Sineması yerli, Ses sineması ise yabancı filmleri oynatırdı. Öğretmenevi’nin altındaki Atlas Sineması, girişi basık ve sıkıcı olduğundan pek fazla tercih edilmezdi. “Sisi”, “Lili Marlen”, “Anjelik” yerli filmlerden “Küçük hanımefendi” yıllarca hafızalarımızdan silinmeyen filmlerdi. Ses Sineması’na karşıdan bakınca, girişin sağ tarafında, tadına doyum olmayan sandviçler, tostlar yapan çok meşhur bir sandviçci dükkânı vardı. Ama ben ekmeği yuvarlak olup da içine kıyma konulan hamburgeri tercih ederdim. Yaşamımın geri kalan bölümünde bu güne kadar hamburgerin o kadar lezzetlisini ne İstanbul’un İstiklal Caddesinde, ne de Ankara’nın meşhur Sakarya Caddesindeki Goralı’da yiyebildim. Sanırım o muhteşem damak tatları Fethi usta ile birlikte yok olup gitti. Sinemanın girişinin sol tarafında köşede kuruyemişci Mehmet vardı. Sinemaya girilirken mutlaka uğranır, çekirdek alınırdı. O zamanlar daha ayçiçeği ile tanışmamıştık. İri taneli kabak çekirdeği en çok tercih edilen çerezdi. Satın alınan çerezler gazete kağıdından yapılmış külahlara konur, kabuk konsun diye bir de boş külah verilirdi. Ama pek çok kişi Dörtkardeşlerin yanındaki çerezci “Ata”nın iri kabak çekirdeğini tercih ederdi. 1960 ‘da İzmir çekirdeği diye bilinen iri kabak çekirdeğinin adı, 2006 yılında çerezcilerde Rus Çekirdeği oldu.

İşte bizim sahildeki kışlık Melek Sinemamız ve altındaki Avcılar Kulübü.

Tiyatro Sokağı’na girilince, 30-40 metre ileride, Berber Nevzat’ın karşısında Milângazcı, fanatik Fenerbahçeli, Cezmi Şuvag vardı. Spor-Toto o yıllarda yeni başlamıştı. Karşıyaka’nın ilk Toto bayiilerinden biri de oydu. Maçların oynandığı saatlerde önü ana-baba gününe dönerdi, çünkü sonuçları anında telefonla öğrenir, dükkânının önündeki panoya yansıtırdı. Postanenin karşısındaki Toto bayii ise 13 maçtan hiçbirini tutturamayana, dikiş makinası verirdi. Milângazı biraz daha geçince, şimdiki Karşıyaka Sinemasının bulunduğu yerde sebze meyve hali vardı. Dar bir kapıdan girilir, içeride genişlerdi. Prasa bağları, portakal mandalin kasaları kapının önüne konurdu. Aradan 40 yıl geçmesine karşın, ne zaman oradan geçsem, gözlerim o manzarayı arar. Haldeki kabzımallardan biri de, Halit Onovluk’tu. Kızı, benim eşimin Numune Koleji’nden arkadaşı olduğu için onu yakından tanırdık. Yuva’nın kapısındaki “Tan-tan” lara gelince, sağ taraf (Şimdi şehiriçi nakliyat yapan kamyonetlerin durduğu yer) Çamaltı Tuzlası ile Sasalı otobüslerinin durağı idi. Mesai günlerinde oralarda oturanlarla ortaokul ve lise öğrencilerini getirir, Akşam üstüleri saat 16’da lise dağılınca, hepsini toplar götürürdü. Yani orası semt garajı olarak kullanılırdı.
Sözünü ettiğim yer zaman zaman kalaycılara, kurban bayramlarında da kelle, paça tütsüleyenlere mekân olurdu. O günlerde o kadar kötü kokardı ki !.. yazı ile anlatmak mümkün değil…. Üstüne, üstlük kurbanlıklar da Yuva’nın duvarı boyunca satıldığından, ne kadar temizlenirse, temizlensin sokak haftalarca koyun pisliği kokardı. ( Her güzelin, bir kusuru olur, derler ya..)
Şimdiki Murat Döviz’in olduğu köşede adını bilmediğim, çok meşhur bir bakkal vardı. O zamanlar açıkta satılan şeker çeşitleri koca, koca kavanozların içinde bankoda dururdu. Kavanozların sarı metal kapakları pırıl, pırıldı. Bakkalın kaşları çok fazla kalın olduğundan, tarif edilirken “ Karakaş bakkal” denirdi. Benim kayınpederim Nuh Bey’in de arkadaşı olduğundan, ara sıra sabahtan, oraya kahve içmeye giderdi.
O zamanlar, “Pınar Süt”, “Sütaş”, “Tikveşli” gibi firmalar olmadığından süt ürünleri çarşıdaki mandıralardan alınırdı. En meşhurları Sakıpağa, Ömerağa ve Banka Sokağındaki, Menemen Mandıralarıydı. Sakıpağa’nın şimdi döner yenen yan taraftaki bankolarında o zaman köpüklü Sakıpağa ayranı içilirdi. Ayran bardaklarının her biri yarım kilo ağırlığında idi. Yan taraftaki tuz tabağının içindeki tatlı kaşığı ile herkes tuzunu kendi atardı. Ömerağa Mandırası o zaman, şimdiki Temizocak’ın yanındaki Rodi’nin yerindeydi. (Zaman herşeyi değiştiriyor benim bu anılarımı yazdığım yıllarda Temizocak çarşıda Sakıpağa’nın karşı köşesindeydi. Şimdi aynı yerde Konyalı var ) Adı Ömerağa Mandırası ile bütünleşen Sümer abi 1960’lı yılların başında yoktu. Daha sonraki yıllarda Adnan Süvari’nin O ünlü Göztepe’sinden Karşıyaka Futbol Takımına transfer olacak, bir yandan futbol oynarken, bir yandan da, Kilise Sokağında terzi dükkânı açacak, dükkânın karşısında oturan Ömerağa’nın büyük kızı ile evlendikten sonra adı, Ömerağa Mandırası ile birlikte anılmaya başlayacak.

1955 yılında Ömerağa Mandırası işte böyle idi. Cadde üzerindeydi…


Çarşıdan sağa, Banka Sokağına dönünce ileride Sağ köşede Menemen Mandırası vardı. Tereyağı çok beğenilirdi. Biraz daha ilerde İpek Sineması’nın karşısındaki Karşıyaka’lı eski futbolcu “Şele Yılmaz”ın bisikletçi dükkânını herkes bilirdi. “Şele Yılmaz”’dan başka, Tiyatro Sokağının sonundaki Kadir Usta ile Cumhuriyet İlkokulu’nun karşısındaki Sedat Usta tanınan diğer bisiklet tamircileriydi. O zamanlarda Karşıyaka’da bisiklet sayısı çok fazla değildi. Çünkü bisiklet pahalı idi. 1-2 memur maaşı ile ancak alınırdı. Ama sonra piyasaya çıkan Rabusta marka bisikletler ucuz olunca bisiklet sayısında patlama oldu. O zamanlar Rale marka bisikleti olanlara, bugünün Mersedes sahipleri gibi gıpta ile bakılırdı.
Şimdiki Albey’in yanındaki Yes Ayakkabı’nın bulunduğu yerde ise herkesin çok yakından bildiği Karakulak vardı. O zamanlar dilekçelere l6 kuruşluk pul yapıştırılırdı. 15 kuruşluk damga, 1 kuruşluk da tayyare pulu idi. Pulların satıldığı yer ise koca çarşıda sadece Karakulaktı. Her türlü baharat, tarçın lahusa şerbeti için şeker, misina, olta, zarf, kağıt denince de akla orası gelirdi. 1980’li yıllara gelindiğinde ise Karşıyaka’da ilk fotokopi çekmeye başlayan yer de Karakulak olmuştu.
O zamanlar gazete satıcılarının çoğu seyyardı. Gazetelerini omuzlarının sol tarafına kalın deri kemerler ile, Matris denen kalın mukavva içersine sıra sıra dizerler, katlanma bölgesindeki resim ve yazı izlerinden gazeteleri tanır, hangi gazeteyi isterseniz isteyin hiç tereddüt etmeden çeker alırlardı.
Cumhuriyet, Milliyet…. Yeni Sabah, Hürriyet.. Demokrat İzmir, Yeni Asır da var… Akşam, geldi Akşam….. pek çok gazetecinin tekerlemesi idi. Özellikle de Hayri’nin… Gazete satıcılarının en ünlüsü Hayri idi. Sesi yüzlerce metre öteden duyulurdu.. Azarlanmasına.. kızılmasına rağmen genç kızların.. Hanımların arkasından 50 Cm’ye kadar yaklaşır AKŞAM GELDİ Akşam diye.. avazı çıktığı kadar bağırır.. Hedef aldığı kişinin ödünü koparır, bundan da büyük keyif alırdı..
Şimdi burada okuyunca da hemen hemen herkesin çok net olarak hatırlayacağı bir başka şeyde dilsiz postacı idi. Postanede çalışırdı. Bana göre dünyanın en iyi niyetli insanı idi. Yardımına koşmadığı insan kalmazdı. Postanedeki tüm problemleri o çözerdi. Okuma yazma bilmeyenlerin iyilik meleği İdi. En büyük esprisi ise pul yapıştıranlara dilini çıkarmasıydı. Şimdiki Vakıf İş hanının bulunduğu yerden, polis karakolunun bulunduğu köşeye kadar tüm evler eski rum evlerindendi. İş Bankasının karşı köşesindeki ilk ev İnanöz Otobüslerinin yazıhanesi olarak kullanıldı uzun bir süre. İşte o dönemlerde İstanbul Ankara, Balıkesir ve Ayvalık’a gidecek son model otobüsler çarşının içinden yani Banka Sokağının köşesinden kalkardı. Avlar pasajının bulunduğu yerde l980’lere kadar, geniş bir alan bulunurdu. Çarşı üzerine gelen 2 köşesinde 2 manav yer alırdı. Birisi “ Kazık Hasan”dı onun sebze yetiştirdiği bostan şimdiki Girne Caddesindeki lunapark’tı. O meydanın ortasında Abdullah lokantası vardı. O tarihlerde Karşıyaka ‘daki lokanta sayısı 5’i geçmezdi. Abdullah lokantası daha çok çarşı esnafına hitap ederdi. 2 yanında 2 berber vardı. Birinin adı, Tahsin’di. Daracık bir koridordan arka sokaktaki Zafer Sinemasının sokağına çıkılırdı. O daracık koridorda ise, camcı Tahsin’in dükkânı bulunurdu. Ayna ve çerçeve işlerini de o yapardı. Yanındaki umumi tuvalet tüm çarşının ihtiyacını görürdü. Temizlik açısından pek iyi değildi. Yakınında mescit olmasına rağmen…. Galiba o mini çarşıya “ Asmaaltı” da denirdi.

ŞEN KARŞIYAKA PAZARI; Arabacılar Sokağının girişindeki sol köşe; Kaluç’ların marketi


Uzun uzun anlatmasam da, Postanenin karşısındaki kuru pastacı Ali Çağlar, Güzel Ali, Ankara İlkokuluna çıkan sokaktaki düğmeciler, Foto Yıldız’ın çarşı İş Bankasının yerindeki dükkânı, Foto Mucit, Stüdyo Mehmet, çarşı içindeki İnzibat Karakolu, Kamelya tuhafiye, Küçük İkbal çok net olarak belleğimdeki yerini koruyor. Az daha unutuyordum. Turşu çeşitlerinde ve hurma zeytinde rakipsiz Kaluç’ların şarküterisi ( Çok iyi hatırlıyorum o dükkânda keklik, bıldırcın, tavşan gibi av hayvanları da satılırdı) Hanımların her çarşıya inişlerinde uğramadan edemedikleri Sarı Arabayı, Dörtkardeşlerin bakkal dükkânını, berber Nevzat’ı, Majestik Bilardo Salonunu, ellerindeki deri çantaları ile evlerimize kadar gelen, doktorlarımız Ziya Ertemer’i, Orhan Alpyörük’ü, Hüseyin Hüsmen’i de bunlara ilave etmeden olmaz.
İSTASYON MASALI
Bunları yazarken şimdi bana masal anlatıyormuşum gibi geliyor. 1955’lerde Karşıyaka’da motorlu araç sayısı yok denecek kadar azdı. Tek taksi durağı İskeledeki Ersan Taksi idi. O zamanlar ulaşımda istasyonun rolü çok büyüktü. Çiğli’ye nerede ise saat başı banliyö treni kalkardı. İstanbul ,Ankara yolculukları da genelde trenle yapılırdı. İstasyon ile çarşı caddesi arasındaki çınarların altındaki daracık yolda her zaman 15-20 fayton dururdu. Ağaçların altındaki tulumba faytoncuların temizlik işlerine ve atların sulanmasına yarardı. Tüm faytonlar pırıl pırıldı. Faytonların nerede ise her gün, deri olan bölümleri bademyağı, sarı metal bölümleri ise, fay ile ovulurdu. Atlar bakımlı olduğundan tüyleri parlardı. İstasyonda inen yolcular gidecekleri yere faytonla giderlerdi. Çünkü başka seçenek yoktu. Bugünkü Kız Enstitüsü’nün yerinde Pazar günleri kurulan Pazardan alınanlar da evlere faytonla taşınırdı. Sünnet düğünlerinde mahallenin tüm çocukları 10-15 faytona ancak sığardı. Bugünkü İstasyon Taksinin olduğu yer ise at arabacılarınındı. Çünkü şehiriçi yük taşıması 2 tekerlekli at arabaları ile yapılırdı. Oradaki arabalardan bir tanesinin atı olağanüstü iri idi. Ayakları bir bakır tencere büyüklüğünde ve kıllı kıllıydı. Hareketleri ağır çekim film gibiydi. O kadar iri olan atlara “Kadana” denirdi. Ordudan emekliye ayrılmış atlar olduğu söylenirdi. O yıllarda İzmir’de de birkaç kadanaya rastlamıştım. Varyanttan araba ile yük çıkaran kadanaların ayaklarına kamyon lastiğinden yapılmış özel pabuçlar bağlanırdı. Ulaşımda atlar bu kadar etkin olunca artık şehrin her noktasında keskin kokan, öbek öbek at pisliklerinden pek rahatsız olmaz, kabullenirdik. Her gün akşam üstüleri istasyona 2 kokoreçci gelirdi. İri yarı pek de temiz olmayanın adı Raif’ti. İstasyona gelirken çocuklar “Paranla bok ye “ diye bağırıp kızdırırlardı. Ama ayaklarından rahatsız olduğundan pek bir şey yapamazdı. Kısa boylu olup da Zübeyde Hanım Parkının yanında oturanın adı Cemâl ağa idi, çok temizdi her zaman tiril tiril giyinirdi. Başında hergün bembeyaz bonesi ile satış yapardı. Her zaman önce onun kokoreçleri biterdi. Raif İstasyona gelirken de, giderken de peşine 20-30 tane kedi takılırdı. Yarım ekmek içi kokoreç 50 kuruştu. Bugün istasyon binasının arkasında yer alan Naci Gülçağ’ın işlettiği İstasyon Kahvesi 50 yıl önce de vardı. İstasyonun Nergis tarafındaki “tan tan”ları yukarı doğru geçtiniz mi, 3-5 ev sonra bahçeler başlardı, hemen sol tarafta boyları 2 metreye varan geniş kargılıklar vardı.



Kokoreçci Cemâlağa…. (1960’lı yıllar )

Bugün dolmuşların bulunduğu alan o zamanlar marşandizlerin yüklerini boşaltma yeri idi. Karşıyaka’daki herkes kış mevsiminde Soma Linyiti yaktığından bir dönem oraya vagonlar dolusu linyit indirilir. Kamyonlarla Soğukkuyu’daki dağıtım merkezine taşınırdı. Kış sezonu başlamadan kömür tevziye gidilir 500 Kg linyit alınırdı. Daha fazlasını isterseniz özelden daha pahalıya alırdınız. Nedense kömür alma işi sabah karanlığında girilen kuyruklarla başlar. At arabalarının kapınızın önüne dökmesiyle biterdi.
Özellikle Bulgar göçmenlerinin evinde kuzine vardı. Pek çok kişi kuzine olan evlere gıpta ile bakardı. Çünkü kuzineniz varsa, üzerinde devamlı duran çaydanlık sayesinde sürekli sıcak suyunuz var demekti. Ama esas önemlisi kuzinenin evinizi ısıtma görevi yanında, fırın işlevi de yapmasıydı, orada yapılan börekler çörekler yıllar sonra bile tadı hala damaklarımızda olan tatlar. Artık üzerinde demlenen, çaylar kış aylarındaki kestane kebaplar da cabası… Sonraki yıllarda soba borularına monte edilen çamaşır telleri icad edildi. Anneleri kışın soğuğunda çamaşır asmak için bahçeye çıkma külfetinden kurtaran, birkaç liraya satılan bu aparatı satın almak bile aileler için sevinç kaynağı oldu. Çünkü o yıllar küçücük şeylerden büyük mutluluk çıkarılan yıllardı.

SOĞUKKUYU MASALLARI

Sanırım önce şunu vurgulamakta yarar var, o yıllarda içme sularını pekçok kişi evlerinin bahçesindeki kuyulardan sağlardı. Bu semtteki kuyuların suları soğuk olduğundan semte SOĞUKKUYU denirdi.
İstasyondan Soğukkuyu’ya kadar uzanan Zübeyde Hanım Caddesi çarşı kadar olmasa da, oldukça hareketliydi. Demiryolunu geçer geçmez, şimdiki Hükümet Binasının bulunduğu yerde önceleri Hayâl Açıkhava sineması vardı. Bir süre sonra onun bitişiğine Beyazıt Sineması yapıldı. 2 sinema yan yana olunca orası akşamları eğlence merkezine döndü. Sinemalar 20.30’da başlardı. Ama çiğdemciler, dondurmacılar, çerezciler, süt mısırcılar 19.30’ da sinema önünde yer kaparlardı. Sinemanın sağı, solu, arkası bahçe olduğundan film seyredilirken sıcaktan rahatsız olunmazdı. Şimdi buraya mayıs ayında film seyrederken yan bahçeye elimi uzatıp can erik koparıp yediğimi hatırlıyorum desem.
- Amma da abarttın.. derler.
Vallahi de yedim, billahi de yedim.
Sinemaları geçer, geçmez sol tarafta Müsavvat Sokağı vardı. Cadde boyundaki tüm evler 2 katlı bahçeli müstakil evlerdi. Osmanpaşa Camii ile Zübeyde Hanımın anıt mezarını geçince solda Numune Kız Koleji, karşısında da Çifte fırınlar vardı. Gerçekten birbirine bitişik 2 fırın olduğundan “Çifte Fırınlar” denirdi. Ekmek, simit çıkarmak kadar semt halkının yemeklerini, tatlılarını, böreklerini, güveçlerini pişirmek gibi çok önemli bir işlevi vardı. Mis gibi kokan francala ekmek, börek ve güveç kokuları tüm mahalleye yayılırdı. Orayı da geçince şimdi Bahriye Üçok Bulvarı’na dönen sol köşede eski Altınuç, sonraki adı Ferah olan yazlık sinemaya gelinirdi. Ferah sineması daha çok acıklı türk filmleri oynatırdı. Sonra sağ tarafta çukurdaki kocaman Tabakların mandalin bahçesi geçilir ve Soğukkuyu’ya varılırdı. Soğukkuyu o zamanlar linyit kömürü ve odun satış merkezi gibiydi. Çanakkale asfaltına varmadan 10-15 metre önce sağa, dereye doğru döndüğünüzde iniş bir çıkmaz sokak vardı. Yamanlardan, Doğançay’dan gelenler atlarını, eşeklerini oraya bağlarlardı. Biraz ileride nalbant (at eşek nallayan) onun da ilerisinde, At arabalarının tahta tekerleklerine demir çember geçiren, sıcak demirci vardı.
Çanakkale asfaltına gelince, sağa değil de camii’den sola dönerseniz Ordu Sokağına girerdiniz. Sağda köşede kalan bahçeli kahvehane, Süreyya’nın Kahvesiydi orayı herkes bilirdi. Çünkü Menemen’den, Bergama’dan, Ayvalık’tan gelen bütün otobüsler yolcularını O, kahvenin önünde indirirdi. Caddenin tam karşısındaki arap garsonu olan Erol’un kahvesi de Çanakkale yönüne giden otobüslerin terminali işlevini görürdü. Mezarlığa giden yolun köşesindeki nalbur Selahattin’in dükkânında çividen, boyaya, kilitten, çapaya kadar her şey bulunurdu. Mezarlık yoluna girer, girmez de karşınıza belediye otobüslerinin tamirhanesi çıkardı. Şimdilerde Karşıyaka’nın ana arterlerinden Girne Bulvarının açılışı ise 1980 sonrası yıllar, çünkü Demiryoluna yakın bir yerde tam yolun ortasına geldiği için istimlâk edilmesi gereken sarı boyalı bir evin hukuk mücadelesi ile Bulvarın açılışı 8-10 yıl kadar gecikmişti… Çok işlevi olan Bulvarın açılışı nedeniyle törenler düzenlenmiş yol üstüne bir de zafer takı yapılmıştı…
1980’lerdeki Girne Bulvarı üzerindeki “Zafer takı”

1980’lerden çok değerli bir fotoğraf daha… Girne Bulvarı, Çanakkale asfaltını viyadükle aşıp, Yeni Girne Bulvarına bağlanmadan önce… Girne Bulvarı Çanakkale asfaltına işte böyle bağlanıyordu. Tam önümüzdeki yeşillikler erik bahçesi, Karşıdaki yeşillikler ise mandalina bahçesiydi. Karşıda görülen dükkânlar ise Karadenizlilerin keresteci dükkânlarıydı. Şimdi tanı… Tanıyabilirsen buraları


KÜÇÜK YAMANLAR MASALLARI…

Bu sözünü ettiğim yerlerin, sağında kalan küçük tepenin adı şimdide, 50 yıl önce de Küçük yamanlar idi. Ama şimdi kime sorarsanız sorun, bilmez. O dönemin Karşıyaka’lılarının bilmemesi mümkün mü? Çünkü hepimiz yıllarca Nisan ayından Mayıs sonuna kadar her hafta sonu uğradık oraya, hem ne uğrayış, cumartesiden, taze soğanla yemek için yumurtalar kaynatarak, kol börekleri, kısırlar, yaprak sarmaları yaparak, pompalı gazocaklarında çaylar demleyerek, O güzelim körfez manzaralı mesire yerinde geçirdik, hafta sonlarımızı.. Her hafta sonu Küçük yamanların ilk papatyaları genç kızların başına taç, uçuk pembe, mor renkli dağ zambakları evlerimizdeki vazolara süs oldu. Hıdrellezde sabah deniz kenarında, dilek tutan, komşuların öğlenden sonra Küçük yamanlar ikinci adresleri oldu. O zamanlar Karşıyaka’nın neresinden bakarsanız, bakın, görünen o sevimli tepe ziyaretçilerinden çok memnun olmalı ki, çiçek açmış gibi görünürdü. Unutulacak anılar mı bunlar? Şimdi ne Karşıyaka’dan bakınca, Küçük yamanlar; Ne de Küçük yamanlar’dan bakınca Karşıyaka görünüyor. Gözlerden de gönüllerden de silindi gitti..

1960’larda Küçük Yamanlardan Karşıyaka’ya bakış.. Sağdaki büyük bina Karşıyaka Lisesi

KARŞIYAKA’NIN 3 GÜZELİ

1960’lı yıllar gençliğinin, belleklerinden yıllardır silinmeyen 3 güzel ve alımlı kadın vardır. Bence…. Bunlardan birincisi, sahildeki eski Paşabahçe Mağazasının üstünde oturan Gazcı Erol’un eşi idi. O yıllarda hiç kimsede görmeye alışmadığımız biçimde, adeta bir sahne sanatçısı gibi makyaj yapardı. Simsiyah sürmeli gözler, bol rimelli kirpikler, kıpkırmızı yanaklar, dudaklarla aynı renk ojeleri ile çok fazla dikkat çekerdi. Sanırım onu yıllar boyunca, makyajsız ve rüküş gören kimse olmadı. Oldukça zevkli giyinirdi. Son derece şık olan elbiselerinde, derin göğüs dekoltesine yer verirdi. Çeşit, çeşit kürkü vardı. Hiç düz ayakkabı giymezdi. Bütün ayakkabıları çok yüksek puntluydu. Yolda yürürken yer sarsılıyor sanırdık. O zamanlar parfüm bilgimiz, berberimizin sürdüğü, beyaz zambak kolonyası ile sınırlıydı. Ama O öyle bir parfüm sürerdi ki, “ Kadın “ kokardı. Yolda yürürken 10-15 metre çevresindeki herkes parfüm kokusundan hipnotize olurdu. Ya peşine takılıp uzun, uzun seyrederdiniz, ya da gözden kaybolana kadar, izlerdiniz.
İkincisi; Çocuk Yuvası’nın kapısından başlayıp, Karşıyaka Lisesi’ne kadar uzanan 1850 sokaktan ( Dutlu yol), Bugünkü Alaybey Tansaş’a doğru döndüğünüzde Sağ köşede kalan, geniş bahçeli, yüksek duvarlı, yeşil boyalı, pencereleri yeşil panjurlu müstakil evde oturan “Liz Taylor” du. Gerçekten çok güzel bir kadındı. Herkes O’nu Liz Taylor’a benzetirdi. Ama bence O Liz Taylor’a değil, Liz Taylor ona benzerdi. Adını bile bilmediğimiz, O güzel kadın, mor renkli farları tercih ederdi. O zamanlar Liz Taylor’a “Menekşe gözlü” dedikleri için, o mor göz boyası bize çok anlamlı gelirdi. Olağanüstü şık giyinirdi. O’nun giydiği giysileri başka hiç kimsede görmezdik. Çok yüksek olan evlerinin bahçe duvarlarını kocası çok kıskanç olduğu için yaptırdı, denirdi. O Gazcı Erol’un eşi kadar ortalıkta görünmezdi. Ama sahile çıktığında gençler birbirine “ Liz, sahile yürüyüşe çıkmış, “ diye, tiyö verirlerdi. Hiç unutmam bir kış günü Akvaryum Gazinosuna oturmuştu da, O orada olduğu için gazino alışık olmadığımız bir kalabalık yaşamıştı. Kadının makyajından, giysisine, kürkünden konuşmasına kadar, her şeyinde asalet vardı. O’nu da makyajsız ve rüküş gören kimsenin olduğunu sanmıyorum.
Güzellerin üçüncüsü çarşıda esnaftı. Şimdiki postanenin yerinde o zamanlar, 4-5 basamak merdivenle çıkılan bir rum evi vardı. Yine postane olarak kullanılırdı. Tam onun karşısındaki Kınlı Kırtasiyenin bitişiğinde, bir helvacı dükkânı vardı. Dükkân sahibi bir bayandı. Herkes onu “Helvacı güzeli Naciye” olarak tanırdı. Esnaf olmasına karşın olağanüstü bakımlıydı. Hiç ojesiz gezmezdi. O yıllarda ağarmaya başlayan saçlarını sanırım hergün berbere yaptırırdı. Ojeleri gibi, hiç eksik olmayan ruju da kıpkırmızıydı. Günün her saatinde bakımlı ve şıktı. Gençler aralarında O’na “Taş gibi kadın” derdi. Çevresindekilere her zaman mesafeli davranırdı. Dükkânının vitrininde kocaman bembeyaz bir mermer vardı. Yapılan tahin helvaları akışganlığını yitirmeden, O mermere dökülür, dökülen helva vitrin camına doğru köpük, köpük akardı. Bence sattığı helvanın yarısından çoğunu O’nu yakından görmek isteyenler alırdı. Gençler sahilde turladıktan sonra, evlerine dönmeden “ Hadi bir de İstasyona doğru uzanalım, Helvacı güzelini de görelim, sonra dağılırız” derlerdi. Bana kalırsa… O’nun tahin helvası da cevizli sucuğu da çok güzeldi… Amma.. kendisi çok, çok daha güzeldi.
Şimdi yıl… 2007 Bu yazdıklarımın üzerinden tam 47 yıl geçmiş. Bu belleklerimizden silinmeyen 3 güzel kadın hayatta mı ? bilmiyorum… Ama yaşıyorlarsa onları şimdi görmek istemem. Çünkü onlar benim belleğimde 47 yıldır solmayan yapma çiçekler gibi…. Yaşamıyorlarsa “Nur içinde” yatsınlar, iz bırakan… Çizgileri olan…. Karizmatik insanlardı…..
HERŞEY KAPINIZDA
Benim penceremden, 1955-1970’li yıllar Karşıyaka’sına baktığınızda tam bir “Satıcı Cenneti “ çıkıyor karşınıza, kimden başlayacağıma bir türlü karar veremedim. Saatlerce gezdim, geçmişimde, sonunda Mösyö’de karar kıldım. Mösyö, Karşıyaka’da yaşayan bir Musevi idi. İzmir’de çok büyük bir manifatura mağazası, Karşıyaka’da ise tekerlekleri küçük olan, 4 tekerlekli at arabasından bir şubesi vardı. Takvimini sadece hanımların bildiği, haftanın belli günlerinde sokakların belli noktalarına gelir, elindeki okul ziline benzer zillini çalmaya başladı mı? Elini durulayan hanımlar soluğu, arabanın başında alırdı. Üstü kapalı, yanlarında kapakları olan at arabasının, her kapağının altı adeta bir reyondu. Bir kapak açıldımı ? basmalar, bazenler, krepler, ipekliler, öteki kapağın içinde; perdelikler, tüller, kadifeler, pijamalıklar, gecelikler, bir başka kapağın altında Hazır gömlekler, yatak örtüleri, sabahlıklar, gecelikler.. ne ararsanız vardı… Yani; “Yok… yoktu.”. Para önemli değildi. Mösyö’nün boynuna çapraz astığı sözlük kalınlığındaki kara kaplı defterde adı olmayan Karşıyaka’lı hanım yoktu.. O zamanlar taksitli satış bilinmezdi. Demek Karşıyaka’ya taksitli satış kültürünü Mösyö getirmişti… Ama… onun taksitleri aydan aya değildi… O “ Eline geçince ödersin” derdi de… bazıları ödemesini hafta da bir, bazıları 15 günde bir, hatta bazıları da 2 ayda bir öderdi. Arabada olmayan mal bir dahaki sefere mutlaka gelirdi. Deftere alacaklar sabit kalemle yazılır, ödenen taksitlerin üstü çizilir, asla silinmezdi ki! Müşterinin seceresi daima göz önünde olsun diye.. Arabacılar Sokağında 2 katlı bir evde oturan Mösyö, sanırım 1970 ‘li yılların başında İsrail’e göç etti. Ama belleklerimizdeki yeri O kuşak yaşadıkça hiç silinmeyecek.
O dönemlerde çarşıda Sarı Araba diye bir “ Çerçi” dükkanı vardı. O’nun da yıllarca Karşıyaka sokaklarında sarı arabası ile satış yaptığını işler iyi gidince de çarşıda dükkan açtığını çok duymuştuk. Sarı arabasına olan vefasından dolayı da dükkanının adı “Sarı araba” olmuştu…. Sarı Araba , dükkan olunca sokaklardaki onun boşluğunu, çerçi Güngör doldurmuştu. Bisiklet cantlı 4 tekerlekli arabası ile Tüm Karşıyaka’yı dolaşır. O küçücük arabasında; makaradan, masura; iğneden ipliğe; renk renk kordelâdan fermuara; bebe lastiğinden, gaz lambası fitiline kadar her şey bulunurdu. Sonraki yıllarda o da çarşıda dükkân açmıştı. Sokaklarda gezerken O da mösyö gibi geldiğini zille duyururdu. Ama hiçbir Karşıyakalı Hanım zillerin sesini birbirine karıştırmazdı. Zübeyde Hanım Caddesi ile Nergis arasındaki alan tamamen bahçelerle doluydu. Orada bahçesi olanlar her sabah topladıkları sebzeleri, meyveleri, yeşillikleri, at veya eşek arabasına doldurur, Satışa çıkarlardı. Kadife patlıcanlar.. ince kabuk dolma biberler, çiçeği burnunda kabaklar…. kınalı boyalı barbunyalar, Yamanların domatlar, yağlı marullar, mis kokulu tereler, rokalar kapınızın önünden geçerdi. Karşıyakalı O zamanlar sebzenin, meyvenin hasını yerdi… Bornova’dan gelen “Dilsiz” , meyvenin en güzelini satardı. Birkaç saat önce topladığı bardaçıklarının poposundan bal akardı. Çekirdeksiz üzümleri iri değil ama mum gibi sapsarıydı. Yerken eliniz sak sak olurdu. Şam üzümü de denen parmak üzümlerini iki defa ısırırda yerdiniz. Şimdi Kardinal veya pembe gemre de denilen erik iriliğindeki kütür, kütür olan pembe üzümlerin O zamanki adı,” Tavşan Böbreği” idi. Elmaları, armutları hep seçme idi. “Dilsiz” biraz huysuzdu….. Durumu iyi olanların kapısına geldiğinde meyveyi seçer, terazisinin gözüne doldurur. İstenmeden kapınıza getirirdi. İstemiyorum, derseniz. Kapının önüne döker, arkasına bile bakmadan çeker giderdi. Çünkü ertesi gün parasının ödeneceğinden hiç endişesi yoktu.
Kapınızın önünden neler, geçerdi neler…. Ciğer, Kelle, ayak, dalak, işkembe, bumbar satan mançolar… Borazanının sesi yedi sokak öteden duyulan gazcılar. Hemen oracıkta, kalay yapıveren kalaycılar. bıçak bileyçileri. Sütçüler, omuzlarına astıkları askı ile satış yapan yoğurtçular. Gece saat 23’lere kadar sesleri kesilmeyen, tahin-pekmezcilerle, bozacılar, camdan çerçeveli çantaları ve şırıngaları ile esansçılar, pamuk atıcıları, takas kültürü ile çalışan nayloncular, tabakçılar. Siz eski takım elbise, palto, manto, ayakkabılarınızı bir tarafa koyardınız. Satıcı da karşısına örneğin; 6 porselen tabak bir süzgü koyardı. Anlaşma olursa alış veriş biterdi. O zamanlar insanlar arasında güven sorunu yaşanmazdı. 1849 Sokak’ta bizim oturduğumuz apartmanın alt katında bakkal Ahmet amca vardı. Bütün mahalle veresiye alış-veriş yapardı. Herkesin küçük bloknot büyüklüğünde defteri olurdu, bütün alınanlar deftere yazılır, defter de müşteride dururdu. Ahmet amca evinin bahçesinde yetiştirdiği maydanoz, dereotu, roka, tere ve taze soğanları sabah gelirken toplar gelir. Tüm mahalleli yeşillik ihtiyacını ondan karşılardı. Okul önlerinin değişmeyen satıcıları: Macuncular, çiğdemciler, köfteciler, Her kasesine 2 kaşık ceviz atıp, üstünü narla süsleyen aşureciler, pelteciler . Evde yapılıp, yağlı kağıttan minik külahlara dökülen sarı, yeşil, kırmızı renkli ballı babacılar ( şimdiki loli pop’ların dedesi )elma şekerciler, keten helvacılar, acılı, acısız turşucular her birisi hakkında sayfalar dolusu yazılar yazılabilecek, yüreklerinden sevgi taşan, bu sokak satıcıları Karşıyaka’nın renkleri idi… Bence Az daha unutuyordum, Okul önlerinin bir başka müdavimi de sinemacılardı. Ellerindeki dürbün benzeri alete, CD büyüklüğünde, üzerinde 16 adet film karesi bulunan, deklanşöre her basışınızda film kareleri değişen kasetler takarlardı. 5 kuruş verdiniz mi ? alete gözünüzü dayar, başlardınız deklanşöre basmaya…sinemacı bütün karelerdeki görüntüleri ezbere bildiğinden, kare değiştikçe O seslendirme yapardı.. Üstelik efektleri ile.. Hangi kasetler mi vardı? Mekke- Medine- Kabe, Vahşi hayvanlar, yırtıcı kuşlar, dünyanın başlıca kentleri… Her kaset 5 kuruştu… Ne paralar ödedik sinemacıya…

O yıllarda komşuluk ilişkileri, akraba ilişkileri gibi yakın, sıcak ve içtendi. Maddi manevi herşey paylaşılırdı, karşılık beklenmeksizin. Akşamları evlerin içi sıcak olduğundan, yemekten sonra herkes kapısının önünü süpürür, bir güzel sular, tahta sandalyeler sıralanır, kilimler serilir, üzerine şilteler atılır. Kapı önlerinde oturulurdu. Birkaç komşu hemen bir araya geliverir, Gaz ocaklarında veya kaminotalarda kahveler pişirilir. Yamanlar suyu ile çaylar demlenirdi. Saatler süren doyumsuz, kapı önü sohbetleri, çiğdem çıtlamalarının fon müziği altında devam ederdi. Çıtlanan çiğdemin tuzu dilleri damaklara yapıştırmaya başladığında, uzaktan uzaktan özlediğiniz tiz bir sesi duymaya başlardınız.
- Gazuzzzzz….. Bu gibi… çivi gibi gazuzzzzzzz…
Bu ses, gazozcu Nedim’in sesiydi. Her gün öğleden sonraları buz içinde soğutmaya başladığı haşlama gazozlarını akşam olunca, arabasına doldurur. Sokak sokak dolaşırdı. Her akşam aynı saatte geçerdi. Bir gazoz 25 kuruştu. Ve gerçekten buz gibi soğuk olurdu. Gazoz istediğinizde şişeyi suyun içinden çıkarır, kurular, açmadan şişeyi 2 kere sallardı ki “Patttt” diye ses çıksın diye….Ne güzel sesti O . duydunuz mu, Ağzınız sulanmaya başlardı. Kıyamazdınız elinizdeki gazozu içmeye, ödünüz kopardı. Bitecek diye.. Nedim, ciddi ve kibar çocuktu. Herkes sindire, sindire içsin diye… Şişelerin boşunu beklemez, dönüşünde veya ertesi gün alırdı. O zamanlar bir mahalledeki buzdolabı sayısı 3’ü, 5’i geçmezdi. Herkes soğuk suya hasretti. Ara sıra, akşamları bakkaldan 25 kuruşluk buz alınır, kalıplardan keski ile kesilen buz parçaları sicimlerle bağlanıp evlere taşınır, kırılıp su sürahilerine atılırdı. Akşamları kapı önlerinde büyüklerin sohbeti sürerken, çocukların gece oyunları başlardı.
-Siz hiç kör sokak ışıklarının altında saklambaç oynadınız mı? Aman Allah’ım, bir ebe oldunuz mu! Yandınız. Karalıkta bütün oyuncular sizi kolayca izler, ama siz nereye bakacağınızı kestiremezsiniz. Ebeliğinizin saatler sürmesi yetmezmiş gibi bir de dalga geçerler. Siz de mızıkçılık çıkarır. Bozarsınız, oyunu.. Tabii.. ertesi akşam oyun dışı kalma pahasına…..



KARŞIYAKA LİSESİ
Ben Karşıyaka Lisesine l960 yılında kaydoldum. O tarihlerde başka lise yoktu. Ulucak’tan Menemen’den, Bergama’dan, Salihli’den, Kula’dan, Ayvalık’tan çok sınıf arkadaşım oldu. Çünkü oralarda da henüz lise yoktu. Bina l945 yılına kadar Kız Öğretmen Okulu olarak kullanıldığından çevremdeki pek çok kişi “ Kız Muallim Okulu “ derdi. Çok bakımlı bir okuldu, şimdiki metruk kapıdan, o zamanlar girdiğinizde girişte sağda kalan bina öğrenci işleri olarak kullanılırdı. Havuzlu yemyeşil bir avludan sonra 10-15 mermer basamakla girdiğiniz, binanın, soldaki ilk odası okul müdürü Halit Edgüver’in, sağda kalan ise öğretmenler odasıydı. 3-4 bina koridorlarla birbirine bağlanmıştı. Tüm bu binalarda ortaokullar okurdu. Liselilerin binası ise şimdi de var olan köşedeki eski binaydı. Hiçbir ders boş geçmezdi. Şimdi geçmişe baktığımda, birkaçı hariç tüm öğretmenler işlerini severek yapan insanlardı. Fizikçi Ali İkiz’in ciddiyeti, Edebiyatçı Tahsin Yaşamak’ın, şıklığı ve ülke gerçeklerinden kopmamamız yönündeki gayretleri, Coğrafyacı Melâhat hanımın mesleki bilgisi, beden eğitimci Abdurrahman beyin öğrencilerle olan yakın ilişkisi, bizim dersimize girmedi ama. Hasan Tahsin Abakan hocamızın matematikteki dillere destan olan özverili çalışmaları.. Yaşamımız boyunca örnek aldığımız davranış biçimleriydi. O zamanlar üzerimizden atamadığımız tek şey “ Öğretmen fobisi” idi. Yollarda öğretmenlerle karşılaşmaktan çekinir. Fellik fellik kaçardık.
Kopya çekmeyelim diye, sıraların üzerinde ceylan gibi atlayan Fikret hanım’ı. Ders kitabımız olmasına karşın, tam bir öğretim yılı boyunca, parmaklarımız kırılırcasına not tutturan , ikide bir, “ Bir yazmak beş okumaya bedeldir”, çocuklar diyen, tarihci Zehra Aksoy Hanımı. Kopya çekip de birebir aynı yazılı kağıdı vermenize rağmen, notlarınız farklı gelip de itiraz ettiğinizde, Aydın şivesiyle, - Biliyosan hadi ge… sözlü yapem…. Gecenmi ?.. Diyen Kimya öğretmenimiz Şule Hanım’ı. Efevari tavırları ile hiç kimsenin, dünyasına girmesine izin vermeyen matematikçi Şükran Hanımı unutmak mümkün mü ?....
Okulumuzdaki sportif etkinlikler çok fazlaydı. Öğle tatillerindeki sınıflar arası maçlar kızlar da dahil aç kalma pahasına izlenirdi. Şimdiki Karşıyaka Lisesinin binasının bulunduğu yer futbol sahasıydı. Atatürk ve Namık Kemal Lisesi ile yapılan futbol maçları derbi gibiydi. Sıtkı, Okan, Doğan, Cengiz, kaleci Cazip, Hikmet, Behlül, atkafa İsmet, ortaokullardan Bedri, sonra KSK’da da oynayan Atilla, Aykut ilk aklıma geliverenler….. Basketbol takımındaki Necat Kuymulu ile Sezai Engür’ü de hayranlıkla izlerdik. Onları izlerken bakın bunlar sıçrıyor. Birde havada iken sıçrıyor. Denirdi. Kroscu Tarzan Hüseyin,(Ailesi çok fakirdi. Hafta sonları inşaatlarda çalışarak ailesine bakardı. Yarış olduğu günler Abdurrahman bey yevmiyesini öder. Alır yarışa götürürdü. Aralarında gizli anlaşma vardı. Ve..Hüseyin hiç ikinci olmadı. NOT: 4C sınıfında sıra arkadaşımdı.) güreşçi Herkül Önder, boksör Topal Bekir hala unutamadığım isimler arasında… Nasıl unuturduk ki ? Okula madalya kazandıranların, resimleri koridorlara asılır, bayrak törenlerinde kırmızı kordelâlı sarı madalyalarını Müdür Halit beyden almak için kürsüye çağırıldıklarında, avuçlarımız acıyana kadar alkışlardık onları…. Sonra da müzik öğretmenimiz Dündar bey’in bestesi olan Karşıyaka Lisesi Marşını söylerdik bütün kalbimizle………
İzmir’in incisi
Karşıyaka Lisesi
Yurda gençler saçar.
Karşıyaka Lisesi
Hayat, neşe, hepsi bizim
İman dolu kalplerimiz…
Yamanların tek incisi
Karşıyaka Lisesi…

O yıllarda lisedeki bütün giriş-çıkışlar 1850 sokaktaki ana kapıdan olurdu. Tam karşı köşede kasap Mercan’ın dükkânı, O’nun biraz solunda da evini taşralı öğrencilere pansiyon olarak da veren bakkal Fatma Hanımın dükkânı vardı. Kapının tam karşına gelen sokağın hemen sol tarafında da Adil Bakkalın dükkânı yer alıyordu. Okulun dağılış saatlarında kapının önünü yukarıda sözünü ettiğim sokak satıcıları panayır yerine çevirirdi.
Şimdi, O dönemlerde Karşıyaka’yı paylaştığımız güzel insanlar, eğer bu yazdıklarımı okurlarsa, hiç endişem yok ki gözleri nemlenecek, 40-50 yıl eskilere gidiverecekler….Ama… Bu günün gençleri okurlarsa gülüp geçiverecekler… Çünkü Onlar masal kahramanları, Alaattin’in lambasındaki cin ile, Sindirella’nın sihirli ayakkabılarını hayal edebilirler….Ama, Girne Bulvarı ile Atatürk Bulvarlarının patlıcan, biber, domates, erik bahçesi olduğunu, sahildeki bütün apartmanların o yıllarda bahçe içinde 2 katlı köşkler olduğunu, Gümüşpala’da, Cumhuriyet Mahallesinde bir tek bile ev bulunmadığını asla hayâl bile edemezler…..
Laf çok güzel, gelin bir kez daha hatırlayalım..
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ.. HAYALİ CİHAN DEĞER….


YAŞLILARA MASALLAR…
Ne zamana kadar sürdü bilmiyorum ama 1960 yılında olduğunu iyi hatırlıyorum. Karşıyaka’da her gün saat 10.00’da sular kesilir. 5 dakika sonra yeniden gelirdi. Yeni gelen su Yamanlar Suyu idi. Herkes testisini, bardağını, tenceresini şişesini doldururdu. Yemeklere, çaya, içmeye o su kullanılırdı. Saat 11.00 olduğunda sular yeniden kesilir, normal kullanım için Halkapınar suyu verilirdi. Yani bir başka deyişle şimdi İZSU’nun litresini 50 kuruşa sattığı su, o zamanlar çeşmelerimizden akardı. Vapur iskelesini karşımıza aldığımızda hemen sol tarafında 24 saat sürekli akan, suları yukarı doğru fışkıran, sahildeki herkesin içme suyu ihtiyacını karşılayan bir çeşme vardı. Akan su Yamanlar Suyu olduğundan pek fazla rağbet görürdü. Hele yaz sıcaklarında önünde kuyruklar oluşurdu. Aynı yıllarda iskelenin sağ tarafında kalan geniş beton zeminli düzlükte ise saati 10 kuruşa bisiklet kiralanırdı. O zamanlar pek çok kişinin bisiklet satın alacak gücü olmadığından… kirâlanırdı. Şimdilerde yaşları 60 civarında olan Karşıyakalıların çoğu bisiklet binmeyi orada öğrenmiştir sanıyorum. YAĞMAAAAAAAA………
1960’lı yılların başında, Arabacı Sokağı ile iskele çevresindeki seyyar satıcılar, tezğahlarının başında 4-5 kişi toplanınca yağmaaaaaa…. Diye bağırırlardı. Bir gün sınıf arkadaşım Mahir , babasının anlattıklarını bana aktardı… Aynı şeyleri daha sonraları da Demokrat İzmir Gazetesi’ndeki bir köşe yazısında da okuduğumu hatırlıyorum.
1950’li yıllarda seyyar satıcılık yapan sebzeciler, meyveciler, balıkçılar, yeşillikciler, memurları, işçileri getiren son vapur da gelip, alaca karanlık çökmeye başladı mı, yağmaaaaaaa…. Diye bağırmaya başlarlarmış. Bu işareti bekleyen çevredeki fakir, fukara arabalara yaklaşırmış, seyyar satıcılar da kalan patlıcanını, biberini, domatını, üzümünü, şeftalisini ,balığını birer-ikişer kilo kese kağıdına doldurur, onlara dağıtırmış. Buz dolaplarının olmadığı yıllarda, ertesi sabaha kadar pörsüyecek, bozulacak malların böyle değerlendirilmesi ne güzel değil mi?...


GALİBİYET KUTLAMALARI
1962-1963 yıllarında, Karşıyaka Futbol takımı 1. Liğde idi. Ve çok güçlüydü. Üç büyüklerin Alsancak Stadı’ndan galibiyetle çıkma şansı yüzde 50’nin altındaydı. Eğer maç kazanılırsa, maç dönüşü 1000 kişilik Sur veya Efes vapuruna 2-3 bin kişi binerdi. Fazla yolcudan gemi su seviyesine kadar alçalırdı. Kaptan Köşkü ele geçirilir. Vapurun sireni ile kaf..kaf…kaf…sin…sin….sin.. kaf.sin , kaf..sin..kaf tempoları Karşıyaka iskelesine kadar devam ederdi. İskeleye varılınca mevsim de uygunsa, gençler, güvertelerden, hatta kaptan köşkü’nün üstünden çivileme denize atlardı. Sözünü ettiğim KSK; Argun’lu, Bulut’lu, Ogün’lü, Küçük Erol’lu, Büyük Erol’lu, Baş Erol’lu, Vural’lı, kaleci Akın’lı, Burhan’lı Karşıyaka……

Tabii bu arada şunu da söyleyelim. Maç dönüş saatleri iskele çoluk, çocuk, anne, baba, nine, dede tüm Karşıyakalıların buluşma yeri olurdu. Taraftarların Karşıyaka iskelesine varışı şölene dönüştürülür, alkıştan yer gök inlerdi. Başarı tüm Karşıyakalıların göz pınarlarını doldurur. Herkes kendinin KSK’de futbolcu gibi hissederdi. Herkesin birbirini tanıdığı, birlik beraberlik yılları.
25 KURUŞA ARSA
Karşıyaka’dan sık sık bisikletle Bostanlı’ya giderdik. İlk yıllarda toprak yol köprüde biterdi. Sonraları o yol Cemal Gürsel ‘in evine (şimdiki karakol) kadar uzadı. Oradan sonrası resmen bataklıktı. Denizin yükseldiği zamanlar su basardı. Deniz suyuna rağmen büyüyen çalılar insanın beline gelirdi. O bataklık göz alabildiğince devam ederdi. Hatta trenle giderken Çiğli’yi geçtiniz mi ? sol tarafınızda bataklığın devamını görürdünüz. Bizi pek ilgilendirmezdi o dönemlerde, ama, hep duyardık. O zamanlar vapur bileti 40 kuruşken, oralarda arsanın metrekaresi 25 kuruştu…

Bu iki katlı binalar Bostanlı köprü durağını geçer-geçmez sağda,( Şimdilerde Starbucks Cafenin olduğu yerler) Sağda görülen apartmanla evlerin arasında Bostanlı deresi var. Emlak Kredi evleri henüz yapılmamış, Sene;1960 öncesi arsaların metre kare fiyatının 25 kuruş olmasından 3-5 yıl önceki yıllar


ÖĞRETMENİMİN EVİ….
1962 yılının Mayıs ayı idi. 5 Edebiyat D sınıfında fizik dersinden kalacak olanlara öğretmenimiz kurtarma yazılısı yapacağını söyledi.. Gününü de verdi. Öğretmenimizin oğlu bizim sınıfta okuyordu. Durumu kritik olan 5 kişi ( aralarında ben de varım) öğretmenimizin oğlunu okul bahçesinin en arkalarına götürdük, pazarlığa başladık. Uzun pazarlıktan sonra Sami Bey Pastanesinde 2 supangle ile 2 limonata karşılığında anlaştık. Aynı gün akşamüstü de Benim nezaretimde borcumuzu eda ettik. ( Herkes pastaneye gelemedi. Çünkü o kadar paramız yoktu). Sınavdan bir gece önce soruları babasının çantasından alıp yazacak saat 24.00’te Balkondan bize atacaktı. Anlaştığımız gibi gece yarısı soruları almaya Yalçın ile ben gittim. Gazi Lisesi’nin, Çamlık ile kesiştiği köşeye geldik. Ev şimdiki Aksoy Taksinin 3 ev ilerisinde idi. Gece zifiri karanlık, yol toprak, çevredeki kargıların boyu da 2 metre idi. Ve ileriden köpek sesleri geliyordu. O eve kadar bir tek bina yoktu. Sonuç olarak korkumuzdan, gidemedik soruları alamadık… Bu masalı Aksoy’un O yıllardaki halini tasvir için anlattım….Devam etmek etik olur mu? Bilmiyorum ama yaşlandık artık anlatalım gitsin….. Ertesi gün arkadaşımız, görevini yaptığını, biz ise artık supangleyi yediğini kanımızı yerde bırakmaması gerektiğini savunduk. Biraz da tehditkar davranınca, evlerimizde hazırlayıp geldiğimiz, 5-6 lık yazılı kağıtları gitti….Bizim orijinal yazılı kağıtları geri geldi. Veeee…. 5 gencin hayatı kurtuldu.

ÖYLEYSE… GEÇELİM

Yine 1962 yılı idi. O yıl okulumuza yeni bir matematik öğretmeni tayin olmuştu. Daha gelir-gelmez adı takılıvermişti… “Kürt Nusret”…Hocamız çıka,çıka..Bizim sınıfa gelmesin mi?.. Geometri derslerine geliyordu. Konuşması kaba, şivesi bozuktu.. O güne kadar hiç öyle öğretmenimiz olmamıştı. Hele bir ders anlatmaya başladı ki evlere şenlik….Ne dersi anlatabiliyor…Ne de tahtaya şekil çizebiliyordu.
Parmaklarını birleştirir, elini göz hizasına getirir.
- Çocuklar bu düzlemi görüyormusunuz? Diye sorardı…
Hep bir ağızdan Eveeeeet…. Diye bağırırdık..
İkinci elini de düzlem gibi kaldırır ilk kaldırdığı elinin çaprazına getirir.
- iki düzlemin kesiştiğini gördünüz mü? Diye sorardı.
Yine hep bir ağın Eveeeeeeet diye bağırırdık.
Sonra havadaki düzlemler 3 olur, 4 olur , 5 olur sonra da sınıfa döner. Havada 2 nokta gösterir. Bu 2 açının toplamı 180 derece derdi. Sonra da anladınız mı? Diye sorardı.
Bu sefer bütün sınıf Hayııııııııııırr….. Diye bağırırdı.
Bir daha aynı şekilde anlatır. Anladınızmı ? diye sorardı
Bizden cevap yine aynıydı. Hayııııııııııııırr……
Bir daha anlatır. Bir daha anlatırdı. Ama sonuç değişmezdi
Sonunda canı sıkılır..
-Siz hele bi… hatır için anladık deyin, derdi. Biz de
Sınıfça “Anladıııııık “ deyince..
Öyleyse….. geçelim… derdi, ve geçerdik……

YAZLIK SİNEMA CENNETİ KARŞIYAKA

1960’lı yılların başında televizyon yok, radyo bile birkaç evde vardı. Tek eğlence Yazlık sinemalardı. Çeşit, çeşit film oynardı… Her gün akşam üstüleri sokaklardan sinema çığırtkanları geçerdi. Hangi sinemada, hangi film olduğunu ağızlarına dayadıkları kocaman teneke hunilerin içinden bağırarak duyururlardı. Türk filmlerinin reklamı yapılırken değişmeyen nakarat “Aşk, sevgi, nefret, isyan hepsi bu filmde” diye bağırılırdı. Zaman zaman da sinemalarda konserler verilirdi. Örneğin ben Adnan Şenses’i ilk defa İpek Sinemasında izlemiştim.
Bakın hatırlayabildiğim, o yıllardaki yazlık sinemalara…..
Kaymakamlığın olduğu yerde : Beyazıt ve Hayal Sinemaları..
Banka Sokağında : İpek Sineması
Arabacı Sokağında : Gül Sineması
Karşıyaka Ortaokulu’nun karşısında : Simeranya Sineması
Alaybey çarşısına girince sağdaki sokakta: Cihan Sineması
Alaybey’de yol üzerinde: Şan Sineması
Zübeyde Hanım Caddesinden Bahriye Üçok Bulvarı‘na dönülen köşede: Ferah Sineması (Eski adı; Altınuç)
Reşadiye caddesinde : Rüya Sineması
İskelenin karşısındaki postane sokağında: Duygu Sineması
Avlar Pasajının çıkışındaki : Zafer Sineması
Çarşı Camii’nin karşısında : Melek Sineması
Biz yetişemedik ama (1950-1960 yıllar) Anlatıla, anlatıla bitirilemeyen bir başka yazlık sinemada şimdiki Osmanzade Parkı’ nın iç tarafındaki : Holivud Sineması Ve... bu listeyi Bostanlı Köprü Durağında, dere kenarındaki parkın yanında Sayanora Sineması, ve şimdiki Bostanlı İş Bankası'nın karşısındaki Grup Sineması ile noktalayalım.

OHHH..OHHH. HASAN
Bizim gençliğimizde Karşıyaka’nın bir ohh.. ohhhh.. Hasan’ı vardı. Bacakları, Ayakları,kolları, elleri, ağzı çarpıktı. 10 kelime konuşsa ağzı köpük, köpük olur. Salyaları akardı. 10-15 metreyi binbir güçlükle, 5-10 dakikada yürürdü. Bazen İskelenin önünde, bazen de Eshot Sokağının başında görürdük O’nu. Mendil veya sakız koyuverirlerdi. Önüne satsın diye.
- Sakız vaaarr… sakız alın… derdi,
Ama Karşıyaka’lı olmayan kimse anlamazdı,söylediklerini. Kimse sakız almazdı, Hasan’dan, ancak pek çok kişi sakız parasını sıkıştırıverirdi, Hasan’ın belindeki çantasına. Yarım yamalak bir gülüşü yeterdi. Karşıyaka’lılara. Hasan, bizim gençlik yıllarımızda sanırım 30-40 yaşlarındaydı. Yürüyemezdi..Konuşamazdı..
Düşünemezdi..Çarşıda sakız satarken ne zaman çişi gelse.”Teyze benim çişimi yaptırırmısın “ derdi. Önünden geçen herkese… Yıllardır. Hasan yok artık.. Ama onu unutan eski Karşıyaka’lı da ….


“ GODE “ CENGİZ

Pastacı Sami Beyin, oğullarından biri de Cengiz’di. Cengiz zeka özürlüydü. Ama kimseye zararı olmayan bir tipti. Bayramlarda iki dirhem, bir çekirdek, giyindirilir. Ama ikram edilen tatlıları, takım elbisesinin ceplerine doldururdu. Konuşurken O’nun da Hasan gibi salyaları akardı. Kimse O’na selam vermezdi. Ama Kaf..Kaf… demeden de geçmezdi. Kendi kendini tokatlaması pek meşhurdu. Gençler “ Hadi Cengiz şu kızın eteklerini kaldır,hep beraber Kaf..Kaf.. çekeceğiz” dediğinde, kızlara doğru fırlar giderdi. Ama Yaşamı boyunca hiçbir kızın eteğini kaldıramadı… O’nu sevenlerin ikramları son yıllarda Cengiz’i 130 kilo yapmıştı….Ve.. sonra artık bir daha göremedik Cengiz’i…. Bizim Cengiz’imizin lakabı olan “Gode” sözcüğü çok sevilmiş olmalı ki, daha sonraki yıllarda Karşıyaka’da futbol oynayan Cengiz Kocatoros’a da Gode lakabı takılmıştı.


A….TURAN

Turan, Alaybey Tersanesi’nde çalışırdı. Aşırı kilolu olması ile tanınırdı. Ben diyeyim l50 kilo…Siz deyin..200 kilo. Sohbeti dinlenen, saygın bir kişiliği vardı. Hergün akşam üstüleri iş dönüşü, İskelenin tam karşısındaki, tavlacıların da mekan tuttuğu, sonraları, sokak içindeki postanenin yanına taşınan Uşak’lı Ahmet’in Santral Kahvesinde , kaldırım kenarına konulan 2-3 sandalyaye birden otururdu. Orası O’nun yeri idi. Kendisini tanımayanların hayret dolu bakışlarından hiç rahatsız olmazdı. Bostanlı’da otururdu. Evine dönerken faytonu tercih ederdi. Ama faytona binişi seyredilmeye değerdi. Turan faytonun basamağına ayağını attı mı? Karşı basamağa 2-3 kişi basardı ki, Fayton devrilmesin diye…. Turan çok sıkı bir KSK fanatiği idi. Ben görmedim ama çok duydum. Karşıyaka’nın Fenerbahçe’yi 1-0 yendiği bir maçtan sonra, bir omuzuna kaptan Gazcı Erol’u, öteki omuzuna da golü atan küçük Erol’u alıp Alsancak Stadından, Alsancak İskelesine kadar binlerce taraftarın kaf..kaf..kaf…sin..sin.sin…kafsin..kafsin…kaf.. temposu ile taşıdığını…. Galiba 1980’li yıllardı .. Turan’ı da kaybettik…

TWİST EŞEKLER…. TWİST…

Galiba l962 yılı idi. Karşıyaka Lisesi 5-D sınıfındaydık, edebiyat derslerimize Müdür Yardımcısı, Rahmi bey’in eşi, Azize Karluk Hanım geliyordu. O günkü dersimiz Şeyhi’nin “Harname”siydi. Öğretmenimiz aruz vezninin kalıpları içinde şiiri çok güzel okumuş, sonra da birkaç arkadaşımıza okutmuştu. Herkes çok başarılı idi. Çünkü bir eşeğin yaşamını anlatan şiir hoşumuza gitmişti. İlgi ile dinlemiştik. Ders bitti. Öğretmen sınıftan çıkar çıkmaz Akın Aykor, kapıyı tuttu. “Kimse dışarı çıkmıyor “ dedi. Kürsüye dirseğini dayadı, kolunun ve elinin bütün güçü ile tempo tutarak çalmaya başladı… Harname’yi hemen o arada Elwis Presley’in Rock müziği tarzında besteleyivermiş, büyük bir coşku ile söylüyordu…..


Bir eşek var idi.za’if ü nizar ( Zayıf ve cılız bir eşek var idi.)
Yük elinden katı sikeşte vü zar ( Yük taşımaktan daim ağlar idi.)
Gah odunda vü gah suda idi ( Kah odun taşımakta kah sudaydı )
Dün-ü gün kahr ile kısuda idi ( Gece gündüz keder ve kahırdaydı)

Akın’ın müziği o kadar coşkuluydu ki.. 41 kişilik sınıfta 40 kişi çılgınca hem söylüyor, hem de sıraların üstünde twist yapıyordu. Hele ara nağmelerdeki “Twist eşekler…. Twist “ bölümü coşkumuzu doruklara çıkarıyordu…. Dansa katılmayan tek kişi şimdi Kent Hastahanesi’nin avukatlığını da yapan, Münir Erçeltik idi. Hadi Münir sen de dans et. Dediğimizde “ Ben Anadolu çocuğuyum. Dans etmem”. Ben “Ateş dansı yaparım” Diyordu. Gerçekten de okul bahçesinin arka tarafında ne zaman çam ağacı pürçeklerini tutuştursak kendini tutamazdı… Biz de büyük bir coşku ile alkışlar, yeri göğü inletirdik.. Güzel oynadığı için değil…Oynayamadığı için…..

ARKADAŞLAR MEVLÜT VAR

Galiba l962 yılının mayıs ayı idi. O zamanlar fazla Türk filmi izlediğimizden etkisinde kalıyor, artistler gibi konuşuyor, onlar gibi giyiniyorduk. Filmlerde gençler sık sık partiler düzenlediğinden etkilenmiş olmalıyız ki, biz de okulun arka bahçesinde arkadaşlarla parti düzenleme planları yapmaya başladık. O tarihlerde Karşıyaka Lisesi’nin, kız- erkek olarak ikiye ayrılacağını, kızların bugünkü Gazi Lisesi’nin yerinde bulunan eski binaya gönderileceğini duyduğumuz için partinin adını bile koymuştuk. “Kızlara veda partisi”. Ama… büyük bir sorun vardı.. Parti nerede düzenlenecekti.. Fikir benden geldiği için, herkes çözümü de benden bekliyordu. Ben o zamanlar teyzemin yanında kalıyordum. Gözümü kararttım, ve teyzeme;
- Teyze biz arkadaşlarla mevlüt yapmak istiyoruz, cumartesi günü burada yapabilirmiyiz ? dedim.
Mevlüt sözü işin içine girince akan sular durdu. Olur, ama bir de Nuh Beye (eşi) sorayım dedi. Ve… ertesi gün hayırlı haber geldi. Cumartesi öğleden sonra teyzemler gezmeye gidecek ev bize kalacaktı. O andan itibaren bütün planlar tıkırında gitti.. Cumartesi günü saat 13.30 da biz Güzel Hüseyin ile beraber evi istediğimiz gibi düzene soktuk. Diğer teyzemlerin pikabı ile beraber oyun havaları ve Secaattin Tanyerli’nin tango plaklarını aldık. Alt katımızda oturan Tuğrul Eryılmaz’dan da (Şimdi Milliyet Gazetesi Sanat Dergisi’nin yönetmenliğini yapıyor) Elwis Presley’in plaklarını alınca bütün hazırlıklar bitti. Saat 14’ten itibaren arkadaşlar gelmeye başladı. Kızlarımızı süslenmiş görünce şaşırıp kalmıştık. Oyun havalı, danslı sarmaş -dolaş hayatımızın ilk partisini coşku ile yaşamıştık. Herkes mutlu ayrıldı. Ama.. Ben akrabalarımın ve komşuların mevlüt için “ Allah kabul etsin “ temennilerini hiç falso vermeden 2 gün kabul etmek zorunda kalmıştım.
O günün bir başka anısı da ….Şu.. Herkesten 1’er lira toplamıştık. Sanırım 20 kişi kadardık. Likör, vermut, cin, gazoz alınca para bittiğinden, arkadaşlara, para bitti gelirken “Nevale” getirin. Demiştim. Gerçekten de öyle oldu. Herkes eli kolu dolu gelmişti. Kurabiyeler, kekler, kuruyemişler meyveler Vs….. 2 arkadaşımız Menemen’den geliyordu. Onlar da elleri dolu geldi. Mehmet’in elinde bir bakraç içinde 3-4 kilo yoğurt ( Annesi mayalayıvermiş )….. Ayhan’ın elindeki paketten de bir topak tereyağı ile 2 kilo kadar köy peyniri çıkmıştı….
Veeee.. Eski Karşıyaka özlemini anlatan, Sayın Mithat Erefe’nin keyifli bir şiiri ile noktalayalım UNUTULMASINA KIYAMADIĞIMIZ anılarımızı…. Hoşçakalın
Erdal ÖNAL 11 Mayıs 2007 Karşıyaka



ÖZLEDİM
Sabahları ılık ılık esen rüzğarları,
Parke taşı döşeli sokakları,
Palmiyeleri,
Kordondaki rayları
Özledim, atlı tramvayları,

Sahilde trata çeken balıkçıları özledim
Geceyi körfezde geçiren mehtabı,
Güzel insanlarımı,
Eşi, dostu ahbabı özledim.

Uşaklı Ahmet’in kahvesini,
Sami pastanesini,
Celal’in meyhanesini özledim.

Sur vapurunun arkasında bıraktığı izleri,
İmbatla sahili döven, denizleri özledim

Kızların nazını
Osmanbey’in sazını
Banyolardaki yazını özledim

Özledim, iskeleye bağlı duran takayı
Çok, ama çok özledim… Eski Karşıyaka’yı.

Mithat Erefe

10 YIL SONRA BİR KÜÇÜK NOT;
Ben bloğu yukarıda da söz ettiğim gibi 2006’ların sonunda hazırladım. Aradan 10 yıldan fazla bir zaman geçti. Bloğa bakanların sayısı 100 bin kişiyi geçti. Blog sayesinde yurt içinden ve dışından yüzlerce dost kazandım. Hazırlık yaparken, yaptığım işin bu kadar değerli olduğunun farkında değildim. Aradan geçen bu 10 yıllık süre zarfında, Karşıyaka’daki değişim o kadar hızlandı ki; akıl alacak gibi değil. “Kentsel dönüşüm” diye bir lâf icat ettiler… Her yeri yıkıp, yeniden yapıyorlar. Şehir çamur deryasına döndü.
Menemen sanki Karşıyaka’nın bir mahallesi gibi oldu. Giderken yolun sağ tarafında kalan tepelerin arkası bile yerleşime açıldı. Apartmanlar mantar gibi ürüyor. Bir geçtiğin yerden, bir yıl sonra bir daha geçsen tanıyamıyorsun. Bir yıl önce açılan dükkânlar bir yıl sonra olmuyor, her semtin kendi çarşısı oluşmaya başladı. Karşıyaka Çarşısında artık kimse birbirini tanımıyor. Hoyratça oradan oraya koşuşan insanların yüzlerinde küçücük bir tebessüm bile yok. Başta çarşı ve yan sokakları olmak üzere kaldırımlar esnafların bahçesi gibi oldu.. Kaldırımlarda yürümek mümkün değil, her yer otopark oldu. Adap-kural bilmezler kaldırımları da otopark olarak kullanıyor. Kenti yönetenler neyi, yönetiyor anlamak mümkün değil.
Sahil biraz daha dolduruldu. Kazanılan alanlar yeşil alanlara dönüştürüldü. Hafta sonları buraları bir panayır alanına dönüyor. Ürettiği çöpü yanındaki çöp kutusuna atan yok.. Artık sahil büyük bir çöplüğe döndü.. Güzelleştirme çabaları boşuna, Çünkü insanı güzelleştirme çabası yok, öyle olunca da, yapılanlar nafile.. Menemendeki, Emiralem’deki tarlalardan, kendi bahçelerimizden toplanan sebze-meyve yok artık, herşey Akdeniz’deki seralardan geliyor. Doğal beslenmek hayâl oldu, yumurtanın bile üzerine 0-1-2-3 diye numaralar koydular.
Karşıyaka Çarşısında yürürken başınızı kaldırıp, bakın lütfen, Bütün Türkiye’de olduğu gibi Karşıyaka’da da bir başka işgâl de iş dünyasında, bütün tabelâlar ingilizce, yalnız bankalar, holdingler değil.. Bütün dükkânlar el değiştirdi… Konfeksiyoncusundan, kahvehanesine kadar… Demli çay, Türk kahvesi yok, kâğıt bardakta çaylar, süzülmüş kahveler var artık. Her yerde, her şeyde değişim akıl almayacak kadar hızlı… Değişim değil buna işgâl demek daha doğru olur sanırım. 10 yıl sonra bu iş nereye varır bilmiyorum. Ama görmek yaşamak da istemiyorum. Bu Karşıyaka, benim Karşıyaka’m değil…
Ne kadar şanslıymışım ben. Uşaklının Kahvesinde tavla oynadım, Celâl’in meyhanesinde rakı, Kemeraltına her inişimde mis gibi hakiki limonata,karadut suyu içtim, Asmaaltı’nda tas kebap ile pilav, Okul önündeki Muhittin amcanın şambalisini yedim. Neden mi sayıyorum bunları, çünkü aradan 60 yıl geçmesine karşın bu tatlar halâ damağımda. Şimdiki gençler Mc Donald’sta yedikleri Burger King’in, Starbucks’ta içtikleri süzme kahvenin tadını 60 yıl sonra hatırlayacaklar mı? Sanmıyorum. Bir kez daha hoşçakalın benim Karşıyakamın güzel insanları….

Site yayımlanmaya başlayınca okuyanların yorumları bana bir kez daha keyif verdi. İşte yorumlardan bazıları, Karşıyaka’da aynı yılları paylaştığımız güzel insanlardan…

28 yorum:

  1. BİLGİ;
    Eski Karşıyaka'da Unutulmasına Kıyamadıklarım web sitem 2007-2009 yılları arasında yayımlandıktan sonra 2009 yılı Mayıs ayından sonra bu blog yayın hayatına başladı.. Alttaki sayaç ise 25 ekim 2009'da çalışmaya başladı..

    YanıtlaSil
  2. Defalarca okumaya doyamadıklarımdan,teşekkürler...

    YanıtlaSil
  3. Çok,çok teşekkürler ,emeğinize sağlık!!!Sanki bir film seyrettim ...Tek şikayetim;gevreğe hep simit demişsiniz...Mükerrem Mısırlıoğlu..

    YanıtlaSil
  4. Domatese Domat, Çekirdeğe çiğdem

    YanıtlaSil
  5. "Eski Karsiyaka" albumu 191 numarali fotografta gorulebilen villa da ne yazik ki Aralik 2011`de tarihe gomuldu.Uzun yillar onunden gecerken hayranlikla izlerdik."Eski Karsiyaka" ve "Eski Karsiyakali`lik" bilenler icin hazin bir nostalji oldu.

    YanıtlaSil
  6. Keyifle okudum ellerinize sağlık. Ben de yetmişlerin karşıyaka'sına özlem duyanlardanım.

    YanıtlaSil
  7. Yüreğinize sağlık.Karşıyaka bambaşka bir doku

    YanıtlaSil
  8. Ertuğrul Türkben17 Kasım 2012 16:28

    Ellerinize sağlık Erdal bey,ben 1953 doğumluyum,ve sizin yaşadıklarınızı,o zamanki aynı duyguları sayenizde tekrar yaşadım,senelerce kilise sokağında oturdum,karşıyaka orta okulu ( şube )de okudum,daha sonra girne bulvarına taşındık,bütün yazdıklarınızı aynen yaşamış gibiyim,ayrıca ksk,kalecisi Akın Barhan dayımdır,ondanda söz etmeniz o günler adına beni çok duygulandırdı,iyiki bu yazılarınızı buradan bizlerle paylaştınız,unuttuğumuz çok şeyi sayenizde hatırladım,çok çok teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  9. Sayın Erdal Bey,
    Bütün bu yazdıklarınızı sanki günlüklerinizden almışçasına mükemmel bir şekilde işlemişsiniz.Ben 1957/1960 Karşıyaka liseliyim.Daha sonra yine Karşıyakada oturup,İzmir Hava Lisesinde göreve başlayan Teğmendim.İnanın yazdıklarınız nasıl bu kadar hafızanızda kaldı diye merak ettim.Tüm yaşadıklarımızı ve benzersiz Karşıyaka'mızı çok güzel anlatımınızla bizlere hayatımızın geçmiş nostaljisini yaşattınız.Size şükran duygularımı iletiyorum.Sağolun,ellerinize ,bel-leğinize sağlık.Saygılarımla.
    İlhan Sayıl
    6 Ed B 1960
    E.Hv.Kd.Alb.

    YanıtlaSil
  10. Değerli Arkadaşım öncelikle böyle bir Wep sitesi kurarak,bundan yaklaşık 50 yıl önceki sınıf arkadaşlarını birbirleriyle buluşturup görüştürme misyonunu gerçekleştirdiğin için sana gönülden teşekkür ediyorum
    Makalenin başlığında da belirttiğin gibi elli yıl önceki gençlik anılarının Unutulmasına Kıyamayarak bizimle paylaştığın,bizleri alıp alıp o yıllara götürdüğün,hayallere daldırdığın için ayrıca teşekkür ediyorum.O ne anlatım,o ne şiirsellik ve içtenlikti öyle okudukça o lise yıllarına daldım daldım gittim. Bütün bu çabalar için seni kutluyorum.Bir 6Ed-C Mensubu olarak Seninle gurur duyuyorum.Senin aracılığınla vefat etmiş arkadaşlarımıza Allahtan rahmet diliyorum.

    Hafızana,Yüreğine,Bileğine sağlık esen kal sevgili okul arkadaşım.

    Küçük ve Üzücü bir not:Sınıf listemizdeki Sebahattin Coşkunu'u 1997 yılında İstanbulda buldum.Orada serbest çalışıyordu.Sanırım 1 veya 2 yıl sonraydı hastalandığını ve vefat ettiğini duydum.
    21Aralık 2013 HALİL.

    YanıtlaSil
  11. Kutluyorum seni , bizi o günleri yaşattın .

    YanıtlaSil
  12. Hayatta yaşarken özümsediğmiz ,belleğimizdeki anılarla, güzellikleri ve hatıraları tekrar bize getirdin için eline, kalemine sağlık ,çok güzel olmuş teşekkürler.
    Karşıyaka da her gün okul çıkışında benim tiryakisi Olduğum çarşıdaki pastanesi neydi ismi Sami miydi ! birde torpil i vardı ... Aklıma geldi burada

    YanıtlaSil
  13. Nergis degil Nergiz olacak.

    YanıtlaSil
  14. Aslı Nergis'tir,, (narcissus)
    Ancak belediyenin cehaletiyle tabelalarda nergiz yazılmış,
    sayın Adsız))

    YanıtlaSil
  15. Karşıyaka Arçelik Servisi olarak bloğunuzu beğenerek takip ediyoruz başarılarınızın devamını diliyoruz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ilginiz beni mutlu etti.buraya telefon numaranızı bırakırsanız.
      Wattsap'tan Karşıyaka fotoğraf albümümü de gönderebilirim.Belli ki siz de eski Karsiyakalısınız.

      Sil
  16. Güzel bir yazı olmuş ellerinize sağlık ... :)

    YanıtlaSil
  17. GünAydın)) ben 2009 'dan bu yana albüm ve blogunuzu takip ediyorum,,ayrıca Picasa 'da yayımlanan Eski Karşıyaka fotolarını arşivime almıştım.
    yedinci kuşak Karşıyaka'lıyım ama 3 yıldır sağlık nedenleriyle havası kirlenen Krşyk'dan Güzelçamlı'ya göç etmek zorunda kaldım.
    Memleketime buradan selam ))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba.gercekten hava kirliligi had safhaya vardi.mavisehirde oturuyorum.dogalgaz olmasina ragmen cumhuriyetin kömür kokusu ve sisinden aksamlari balkona cikilmiyor.es kaza camasirlarimizi disarda unutsam sis kokusundan kurtulmak için 2 defa yıkamak gerekiyor. Astim hastasıyım kışları benim için bir eziyet..Güzelcamlı iyi bir tercih.havasi doğası herseyi muhtesem.biz sadece yazları gelebilsek de.simdi ne güzeldir sahili, mis gibi oksijen. Yazamadan edemedim. Ellerinizden öpüyorum.sevgiler

      Sil
  18. Bu ismi hatırlıyorum. Bloguma ilginizi de...Sağlık sorunlarınıza üzüldüm. Dilerim sağlıklı günlerinizde yine görüşürüz...9

    YanıtlaSil
  19. erdal abi çok teşekkürler anlatımlarınızda çok anım var 1951 doğumluyum çocukluğum mavi köşede geçti at arabası ile satış yapan mösye ye kısaca musi derlerdi ayı cı lar gezer ayı oynatırlardı çomaklı macuncular vardı deveciler geçerdi ipek sinemasına yıldız kenter tiyatrosu gelmişti seyirciler taşkınlık yapınca nazikçe azarlayıp oyununa devam etmişti gode cengizi bilirim eshot sokağının sonunda video klüp çalıştırırkekn özürlü hasan amcaya 30 sene önce kızlarım yemek yedirirdi erkek lisesınde okurken tarih öğretmenim ayşe etgüver idi fizik hocamız şevki beydi sizin hocaniz arkadaşım mehmet ve ahmet ikiz in babası olabilir hasan tahsin beydede okudum şu anda yaşıyor zannedersem face de görüştüklerini okumuştum son olarak çetin ünver arkadaşım benden birkaç yaş büyük profosyonel gitarist çarş da karakulak ın yakınında annesinin kuru temizleyici dükkani olduğunu anlatmıştı belki siz hatırlarsınız saygılar sevgiler

    YanıtlaSil
  20. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  21. Tesadüfen blogunuza geldim ve bu yazıyı satır atlamadan bir solukta okudum.Ellerinize sağlık.tabi yaşı benden(40yasindayim) büyük olanlar bunları hatirliyordur.okudukça gözümün önünde canlandirdim.25 yıl önceki karşıyaka ile bugünkü karşıyaka arasında bile o kadar fark var ki.bir zamanlarbostanli tansastan sonrasi bataklık olan patika yolda rahmetli babam, anneme direksiyon çalıştırirdi.tek tük araba gecerdi zaten.ama trafik polisi gelip ceza yazmisti hic unutmam 83 ya da 84 yilinda.göçmen arkadaşlarım "tuh sansa bak " diye anlattiklari; babaları dedeleri ilk geldiğinde karşıyaka çiğli arasından yer veriyormuş devlet. şimdilerde çok değerli olan mavisehirden.ama bataklık olduğu için istememisler ve bornova atatürk mahallesine yerleşmişler. Simdi havuzlu 1000-2000 kisinin yasadigi yuksek katli rezidanslarin oldugu yerlerde hurdacilar, naylon toplayicilari yaşıyordu .hey gidi hey.
    Teşekkürler Erdal bey

    YanıtlaSil
  22. Çok güzel hatıralara değinmişsiniz.Şahsen Karşıyaka'yı çok seven biri olarak zevkle okudum.

    YanıtlaSil
  23. Eski Kırkagaç'lı, 20 yıllıkta Karşıyakalı olarak her iki ilçenin tarihine, eski zamanlarını soluksuz okudum.Anlatım dilinizdeki sadelik,samimiyet ve detaylardaki hâkimiyetinize hayranlık duymamak mümkün değil.Son 20 yılda bile nelerin yok olduğuna bu hızlı tüketim cağının acımasız, hafızasız bir yasam şekli dayatmasına tanık oluyoruz.Keske eskilerde yaşayabilme şansımız olsaymış.Daha yavaş, daha insan insana.

    YanıtlaSil
  24. Merhaba, yazınızda kullandığınız Karşıyaka vapuru karikatürü kime ait acaba? Teşekkürler, ellerinize sağlık.

    YanıtlaSil
  25. Her seferinde ilk kez okunuyormuş gibi sonuna kadar nasıl okunur bir yazı? Özlem dedikleri şey yüzünden mi acep? Anlatılanların çoğunu ucundan kıyısından da olsa bir şekilde yakalayabilmiş , yaşayabilmiş olmanın yarattığı , yaşattığı duygu nasıl ifade edilebilir ki? Sevgiler olsun bir kez daha...

    YanıtlaSil
  26. Ellerine, hafızana sağlık Erdal'cığım.Bugün (29.3.2021) Gördüm müthiş yazını.Ben 1939 doğumluyum o zamanları hep yaşadım.Bahsettiğin kişilerin hepsini tanıdım.Benim için çok kıymetli bir doküman oldu.Kimi yerde güldüm, kimisinde göz yaşlarımı tutamadım.Yaptığın çok güzel birşey.O zamanlar Şayeste sokakta oturuyorduk.Necat Kuymulu'lar ile karşı karşıya.Yakında görüşebiliriz umarım .Sevgiler.

    YanıtlaSil